"Ülkemizde girişimci 3. nesil üniversite kavramına en uygun üniversite İTÜ’dür. Bunun nedenlerinden biri '250 yıla yakın birikimi, mezunlarının önemli işleri başarmaları, iyi bir mezun portföyü olması ve merkezinin bir dünya şehri olan İstanbul olmasıdır' diyebiliriz..."
Bir Kavram Olarak Üniversite ve Tarih İçindeki Evrimi
Latince ‘universitas’ kelimesi yıllar içinde çeşitli değişimlere uğrayarak bugünkü ‘üniversite’ halini ve anlamını almıştır. Türkçede ‘evrenkent’ ismi önerilmiş olsa da küresel anlamda ‘university’ kelimesinin yaygın olarak kullanılıyor olmasından dolayı pek itibar görmemiştir. İsminden de anlaşılabileceği gibi manası ‘evrensel bilimlerin verildiği ve üretildiği kentçik’ olarak düşünülebilir. Bilinen en eski üniversite bugün de hâlâ varlığını sürdüren Fas’ın Fes şehrinde kurulmuş Karaviyyin (Karueein) Üniversitesi olup milattan sonra 859’da kurulmuştur. Avrupa’nın en eski üniversitesi ise 1088’de kurulan Bologna Üniversitesi’dir. 13. yüzyılda ise Avrupa’nın farklı şehirlerinde elit kesimin eğitimi için üniversiteler kurulmuştur. Birinci nesil olarak kabul edilen bu üniversitelerin en iyi bilinen örnekleri Paris Üniversitesi, Heidelberg Üniversitesi ve Oxford üniversiteleridir. 18. yüzyıldan sonra ise Humboldt eğitim modelinin devreye girmesiyle üniversite misyonu eğitime ek olarak araştırma ve geliştirmeyi de kapsar hale gelmiştir. İkinci nesil olarak bilinen bu üniversitelerden Berlin Üniversitesi, Humboldt yükseköğretim modelini benimseyen ilk üniversite olmuştur. 21. yüzyıla gelindiğinde ise küreselleşmenin etkisiyle 3. nesil üniversiteler yaşamımıza girdi. Bu noktada üniversiteler varlık amaçlarına valorizasyon elementini de ekledi. Valorizasyon: Devleti yönetenlerin de devreye girmesi ile öncelik taşıyan araştırma konularının belirlenip bu yöndeki teknolojik üretime teşvik edilmesini ve pazara sunulmasını ifade etmektedir. Bunda üniversitelerde üretilen ve sadece fikir olarak kalan buluşların üniversite dışına çıkıp endüstriyel üretimlere dönüştürülmesi amaçlanmıştır. Diğer bir deyişle pazar ile fikir arasında köprü olması istenmiştir. Bu tarz üniversitelerin ilk örneğinin Cambridge olduğu söylenebilir.
Aşağıdaki tablo birinci, ikinci ve üçüncü nesil üniversitelerin bazı özelliklerini basitçe özetlemek için sunulmuştur (Wissema, 2009).
Modern üniversiteler yeni bilim ve teknolojilere dayalı ticari aktivitelerin -şirket ya da start up vasıtası ile- yürütüldüğü kuluçka merkezleri olarak ele alınmaktadır. Bu nedenle devletler, üniversitelerin bilimi ilerletmede aktif rol oynamasını talep etmekte, bu aktivitelerin sürdürülebilirliği için üniversiteleri fonlamaktadır. Dolayısıyla bilim bazlı ekonominin geliştirilmesinde çok önemli enstrümanlar haline gelmiştir. Üçüncü nesil üniversiteler yarattıkları bilimin ve bilginin ticarileşmesinin aktif olarak sürdürülmesine, bilimsel araştırma ve eğitim ile eşit değerde önem atfetmektedir. Teknik bilginin (know-how) kullanılabilirliği, ister öğrenciler ister akademisyenlerin kendi teknolojilerini ticarileştirebilmeleri için girişimciliği ve başlangıç seviyesindeki şirketlerini kurabilmelerini teşvik ile mümkün kılınır. Disiplinler arası takımların oluşturulabilmesi için ise fakültelerin varlığı engel teşkil eder. Bu nedenle üniversite içindeki alt birimlerin tekrar organize edilmesi gerekmektedir. Bu organizasyon, idari yapılarını da ilgilendirmektedir. Öyle ki idari birimleri ‘know-how’ temini ve dünyadaki hızlı gelişmelere adapte olabilmesi için araştırmacılara gerekli sorumlulukları yüklemelidir. Öğrenci sayısının artışı ise üniversiteleri bürokratik kurumlar haline getirmekte, yönetimini zorlaştırmaktadır. Ülkemizdeki üniversiteler ise Rönesans dönemi idealarının ötesine bir türlü geçememiş, en iyi ihtimalle de kendi programları vasıtasıyla bilimsel öğretim vermekte ve sınırlı alanlarda sanayiye ve üretime hedeflenen ölçüde dönüş(türüle)meyen araştırmalar yapmaktadır.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda bir ülkenin küresel rekabet seviyesi, o ülkenin bilim ve teknoloji üretme kapasitesi ile doğru orantılıdır. Bilgi ve teknolojik uygulamaları aynı çatı altında toplayan üniversite-sanayi işbirliği modeli, toplumların müreffeh seviyelere çıkmasından da anlaşılabileceği gibi başarısı kanıtlanmış bir modeldir. Etzkowitz’in üniversite/sanayi/hükümet işbirliğinin nasıl olması gerektiği yönündeki teorisini ifade eden ‘Üçlü Heliks Modeli’, her bir parçanın sorumluluklarını da ortaya koyar (Etzkowitz, 2008). Buna göre üniversite; araştırma yaparak bilgi üretmeli, sanayi; bu bilgiyi pratiğe dönüştürmeli, devlet; verimli bir işbirliği platformu oluşturmak için gerekli desteği vermelidir (Şekil 1). Bu tanımlardan da anlaşılabileceği gibi teknoparklar bu üçlü işbirliğinin aynı çatıda toplanmasına vesile olur. Bir teknopark; üniversite, yükseköğretim enstitüsü ya da araştırma merkezinin teknoloji bazlı üretim yapmak üzere dizayn edilmiş şirketlerle resmi ilişkileri başlatabilecek, büyütebilecek ve etkin şekilde insan transferini sağlaması için kurgulanmış bir ilk adım platformudur. Ülkemizde 4691 numaralı kanununa göre teknoloji geliştirme alanları olan teknoparklar yüksek teknoloji bazlı şirketleri içerir, belirlenmiş olan üniversiteler, teknoloji enstitüleri ve araştırma/geliştirme merkezlerinden istifade ederek kendi teknolojilerini ya da yazılımlarını geliştirir ve bulgularını ticari bir ürün, metot ya da hizmete dönüştürür. Kendi alanlarındaki gelişmelere katkıda bulunan bu teknokentler işbirliği içindeki kurumlarla konumlanmakta, böylelikle akademik, finansal ve sosyal yapılarına entegre olabilmektedir. İnovasyon ve girişimcilik; strateji, finans, kültür, destek, işgücü ve pazar gibi birçok etmenin bir araya gelmesiyle oluşturulabilecek değerlerdir. Bu parametreler, başarılı bir inovasyon ve girişimcilik için olmazsa olmazdır (Şekil 2).
Dünya çok hızlı bir değişim içinde. Lineer düşünce biçimi ile süreçler, çeşitli sosyal ve bilimsel ağlar vasıtasıyla yerini eksponansiyel büyüme ve çalışma biçimlerine bırakıyor. Üniversitelerin mevcut duruma ayak uydurması yeni bir geçiş dönemi ile dördüncü nesil üniversitelere evrilmesi ile mümkün gözüküyor. Özellikle Kaliforniya ve Kolombiya Üniversitesi (hatta bunlara Harvard da dahil edilebilir) bu dönüşümü tamamladılar denilebilir.
Dördüncü nesil üniversitelerin özellikleri ise üçüncülerden ayrı olarak şu farklılıkları gösteriyor denilebilir:
Üniversitelerin açık inovasyon alanlarına dönüşmesi.
Sanayi insanları, sanatçı, memur ya da çeşitli bilim enstitülerinde çalışanlara yarım zamanlı pozisyon verilmesi.
Bilim insanlarının yarı zamanlı olarak üniversite dışında çalışması.
Lisans, yüksek lisans hatta doktora öğrencilerinin top lumsal aktivitelerde aktif rol oynamasının sağlanması.
Disiplinler arası çalışma modellerinin zorunlu kılınması.
Üniversitelerin, -kısmen küresel hedefleri olsa da- as len yerel ekosistemin ilerlemesi için lokomotif hale gelmesi.
‘Bir değer’ ortaya koymak odaklı değil, toplumun ‘bir değer’ ortaya koyabilmesi için motivasyonel bir aracı haline gelmesi.
Üniversiteler neden bu fazlardan geçiyor?
İdeal bir üniversite; mevcut eğitim, araştırma ve tasarımın yanı sıra yeni inovasyonlarla toplum için yeni değerler üretmeye mecburdur. Dünyaya yön verebilmesi için entelektüeller, yöneticiler, politikacılar ve girişimciler yetiştirerek toplum ve dünya arasındaki iletişimin devamını sağlamalıdır.
Gerçek bir üniversite bu koşulların hepsine ayak uyduramasa da bir yerlerinden tutmak durumundadır. Aksi halde hızla değişen dünyamıza ayak uyduramayacak insanların varlığı sosyal bir felaket olarak karşımıza çıkabilir. Sonuçta dünyadaki gelişmelerden geri kalan bu üniversitelerin tek misyonunun herhangi bir öneme sahip olmayan diplomalar dağıtmaktan ileriye gidemeyeceği aşikârdır.
Bir sonraki bölümde İstanbul Teknik Üniversitesi’nin tarihini ve geçtiği fazları anlatmaya gayret edeceğim. Daha sonra İTÜ’de yönetimde bulunduğum dönemde ekibimle birlikte yapmaya gayret ettiğimiz icraatları paylaşacağım.
İstanbul Teknik Üniversitesi
İstanbul Teknik Üniversitesi, 1773 yılında Sultan III. Mustafa tarafından ‘Mühendishane-i Bahr-i Hümayun’ adıyla kurulmuş olup dünyanın en eski üçüncü, Türkiye’nin ise ilk teknik üniversitesidir. Başlangıçta gemi inşaatı ve uzman yetiştirmek için kurulan okula 1795’te ‘Mühendishane-i Berri Hümayun’ eklenmiş, böylece ordu için teknik ekip yetiştirilmesi amaçlanmıştır. 1847’de ise mimari eğitim faaliyetlerine başlanmıştır. 1883 yılına gelindiğinde ise ülkenin planlama ve altyapısının yeniden inşası için özel yeteneklere sahip kişilerin yetiştirilmesi amacıyla ‘Mühendislik Akademisi’ kurulmuştur. Cumhuriyet döneminde (1928) üniversite statüsü kazanan mühendislik akademisi, 1944’te İstanbul Teknik Üniversitesi ismiyle teşekkül edene kadar mühendislik ve mimari alanlarında eğitim vermeye devam etti. Nihayet 1946’da mimarlık, sivil mühendislik, makine mühendisliği fakültelerini ihtiva eden otonom bir üniversite haline geldi.
20. yüzyılın başlangıcından 1980’lere kadar mühendislik ve mimarlığın Türk toplumunda itibarlı meslekler olmasından dolayı İTÜ’yü tercih eden öğrencilerin hemen hemen hepsi ülkemizin ‘creme de la creme’ kesimiydi. Bu zeki ve yetenekli öğrencilerin bir kısmı akademik hayata devam ederek İTÜ’de kalmayı sürdürürlerdi. Kendilerinden sonra gelecek olan nesillere verebilecekleri kültürel ve bilimsel bilgi aktarırlardı. Zamanla benzer kuruluşların sayıca artması, hatta bir kısmının daha cazip koşullara sahip olması nedeni ile İTÜ, bu geleneksel akademik üstünlüğünü kısmen de olsa yitirdi. Özellikle 1980 sonrasında yabancı dilde eğitim cazip hale geldi, İTÜ; yıldızı parlayan ABD üniversiteleriyle yeterince işbirliği içerisinde bulunamadı ve dolayısıyla günceli yeterince yakalayamaması nedeniyle kendi içine kapanmaya başladı. Bu da üniversite içindeki ataletin artmasına neden oldu. Bu sorunu aşağıda belirttiğim gibi daha önce İTÜ Vakfı Dergisi’ne verdiğim bir söyleşide ortaya koymaya çalışmıştım:
“Yıllarca aynı kurumda kalmak insanı üretkenlikten yoksun kılıyor. Lisansı, master’ı, doktorası hatta hocalığı bile aynı kurumda olunca yeni, farklı anlayışlara, farklı görgülere kapalı oluyor insan. Aynı kökten, içten beslenme -İngilizcede inbreeding– akademik kültür açısından geçerliliğini yitirmiş bir kurgudur. En iyi insan tipolojisi morfolojik olarak melez ırklardır. Melez ırk, farklı yerlerden beslendiği için her şeye karşı daha dayanıklıdır, daha donanımlıdır, bağışıklık sistemi güçlüdür. Melez kültürün bu kuruma yerleşmesi lazım.” (Karaca, 2014).
Aslında üniversitemiz, 1773’ten bugüne kesintisiz ulaşan akademik mirası sayesinde kimliğini yenilikçilik ekseninde şekillendirmiştir. Yeni olanın peşinden gitmek ve ‘ilk’leri başarabilmek sadece gerçekleştiği zaman diliminde değil, sonraki dönemlerde de ilham olması ve cesaret vermesi açısından değer taşır. İTÜ televizyonunun kurulması, ilk öğrenci küp uydusunun yapımı ve fırlatılması, ilk yerli bilgisayarın yapımı, ilk üniversite nükleer reaktörüne sahip olması, Antarktika’ya ilişkin yapılan bilimsel araştırmalara öncülük eden Kutup Araştırmaları Merkezi buna bazı örneklerdir. İTÜ, kendine has geleneğine sahip olan bir üniversitedir. Farklı ekollerden etkilenmiş olmasına karşın kendine has bir havası vardır. Uzun tarihsel süreç İTÜ’ye üniversite yönetimi anlamında hem ciddi bir derinlik hem de önemli bir birikim kazandırmıştır. İlk kuruluşundan bu yana siyasi hayatımızdaki hızlı değişim ve çalkantılar, üniversite idari yapısında bu dönüşümlere uyum sağlayamama sıkıntılarını da beraberinde getirmiş, bu sıkıntı zaman içerisinde kurumsal atalet ile de birleşerek önemli idari problemlerin oluşmasına neden olmuştur.
İTÜ Vakfı Dergisi’nin ‘İTÜ: Bugün ve Gelecek’ konulu özel sayısında 2014’te verdiğim ‘Teknik Üniversite’nin Değişime İhtiyacı Var’ başlıklı söyleşide aşağıdaki cümleleri kurmuşum:
“Ben, daha radikal olmayı tercih ettim, çünkü değişime ihtiyacı var bu üniversitenin. Köklü yapıdan, gelenekten beslensin ama yeniliklere açık olsun. ‘Gelenekten, geleceğe’ şeklinde bir sloganı tercih etmemiz lazım. Aksi halde mevcut sistem kişileri popülizme itiyor, kişiler biraz nefsine yenik düşüyor. Onları da anlayışla karşılıyorum. İyi olan gelsin yarışsın, hiç sıkıntım yok! Benden daha iyiyse gelsin! Bu anlayışın üniversiteye yerleşmesi lazım. Biraz radikal bir düşünce, çoğu kişinin hoşuna gitmeyebilir ama Teknik Üniversite’nin buna hazır olması lazım. Aksi halde sıradanlığa doğru gideriz ve bu da Teknik Üniversite’ye yakışmaz! Bu kadar eski bir kurumun sıradanlaşması kuruma ihanet olur. Birinin risk alması lazım. Ben risk aldım, risk almaya devam ediyorum! Kurumun bekası için... Daha sonra beni hatırlayacaklar, ben buna eminim! Diyecekler ki, popülist olmayan, risk alan bir rektördü.” (Karaca, 2014).
İTÜ’nün günceli yakalayabilmesi ve bir slogan olarak dile getirdiğimiz ‘Asırlardır Çağdaş’ düsturunu yakalayabilmesi için yöneticilik dönemimde bazı ana hedefler belirlemiştik. Yaşam ve mekân kalitesini arttırmak, hedef bölümler seçerek akademik kadrolarını zenginleştirmek, talebin olmadığı ve dünyada karşılığı olmayan bazı bölümleri tekrardan değerlendirerek kapatıp İTÜ’ye yeni kimlik kazandıracak yeni bölümler açmak, uluslararası ilişkileri arttırmak, eski tarihi binalarımızı restore ettirerek geçmişimize sahip çıkmak, yeni nesil üniversite kavramına uygun girişimci üniversite kimliği kazandırmak bunlardan sadece bir kaçıdır. Devraldığımızda öncelikli görevimiz, çalışanların ve öğrencilerin çalışma ortamlarına dair memnuniyeti arttırmaktı. Yaşam ortamın iyileştirilmesi, öğrencilerimizin kampüste daha fazla zaman geçirebilmelerini sağlamak ilk hedefti. Öğrencilerimizin dersleri biter bitmez kampüsü terk etmelerini istemiyorduk. Bu çerçevede, kampüsü yaşam kalitesini arttıracak bir mekân haline getirmek, birbiriyle ilişki kurabilecekleri, tartışıp fikir geliştirebilecekleri, işbirliği gerçekleştirebilecekleri, bağlanabilecekleri, aidiyet hissedebilecekleri, kendileriyle özdeşleştirebilecekleri, hatırlayacakları ve özleyecekleri bir yer haline getirmek istemiştik. Bu tip mekânlar, üniversite yerleşkelerinde sınıftan çok amaçlı salona, koridordan kantine, küçük bir avlu ya da meydandan geniş bir yürüyüş aksı ya da caddeye kadar çok çeşitli biçimlerde yer alırlar. Kamu kaynaklarını kullanmadan bağışlar ile Ayazağa yerleşkesini çekim merkezi haline getirdik. Çevre duyarlılığı olan bir altyapı için harekete geçtiğimiz Ayazağa yerleşkesinde kaldırımları medeni ülkelerdeki standarda göre yeniledik. Bisiklet ve yaya yolları, kampüs içinde ring seferlerini arttırarak mümkün olduğu kadar araç trafiğini azaltacak önlemler konusunda ciddi adımlar attık. Yeşil Kampüs Projesi, Aralık 2017 itibariyle İTÜ’yü, Greenmetrics University Ranking sıralamasında 600 üniversite içerisinde, 77. sıraya taşıyarak, ilk yüz içerisinde yer alan tek Türk üniversitesi olmasını sağlamıştır. Görevi bıraktığımızda 54. sıraya yükselmiştik. Ayazağa yerleşkesinde bulunan gölet çevresindeki restorasyon dahi başlı başına büyük bir projedir. Orada kendi kendine yetebilen bir ekosistem oluşturduk. Bugün üniversite mezunlarının gölette yürüyüş yapabilmeleri, o ekosistemin bireyleri olan diğer canlılarla bir arada olabilmelerini görmek bizim için büyük bir mutluluk. Ayazağa kampüsü ile başlayan, ardından Taşkışla ve Maçka yerleşkesiyle devam eden çalışmalarımız hoş bir seda bırakmıştır diye umuyorum. Sıra Gümüşsuyu’na gelecekti. Bizim gösterdiğimiz özen ve bakımın yeni yönetim tarafından da devam ettirilmesi en büyük isteğimizdi.
Hedeflerimizden biri de yatay değil dikey büyümekti.Yukarıda da belirttiğim gibi işlemeyen, dünyada karşılığı olmayan bazı bölümleri kapatıp, günceli yakalayıp yeni bölüm açmak ve lisansüstü yeni birimler kurmayı istiyorduk. Dikey büyüme hedefimizi YÖK kararları nedeni ile uygulayamadık. Bazı bölümlerin lisans düzeyinde dünyada örneği yoktur. İTÜ yükseköğretimde hep öncü olmuştur. Açtığı bölümler birebir kopya edilerek diğer Türk üniversiteleri tarafından da açılmıştır. İTÜ, dünyadaki en iyi üniversiteler gibi yatay değil dikey büyümeyi tercih etmelidir. Örneğin Kimya Mühendisliğinin Bio-Kimya Mühendisliğine evrilmesi, Elektrik ve Bilgisayar Mühendisliğinin Elektrik-Bilgisayar Mühendisliği gibi tek bir çatı altında toplanarak güçlenmesi gereklidir.
Lisans alanında sadece iki bölüm açtık: Ekonomi ile Yapay Zekâ ve Veri Mühendisliği. Ekonomi bölümü Türkiye’de en çok yabancı öğretim üyesi olan bölüm oldu ve sanırım, birkaç yıldır ilk binden en çok öğrencinin İTÜ’ye girdiği bölüm olmuştur. Yapay Zekâ ve Veri Mühendisliği bölümü de öğrenci almaya başladığı ilk iki yıl dört binlik dilimden öğrencilerin tercih ettiği bölüm olmuştur. Toplumda, kamuda ve özel sektörde karşılığı olmayan o kadar çok bölüm zamanla açılmış ki, bölünen bölüm tek fakülte, tek bölüm haline gelmiştir. Örneğin Makine Fakültesi ve Makine Mühendisliği gibi. Bu fakülteden Gemi İnşaat ve Deniz Bilimleri, Tekstil Teknolojileri ve Tasarımı, İşletme, Uçak ve Uzay Bilimleri fakülteleri doğmuştur. Sistemi tıkayacak, evrak ve bürokrasi yaratacak bir yapı oluşmuştur. Uygulamaya aldığımız Elektronik Bilgi Sistemi (EBS) kısmen evrak akışını hızlandırmış idi. Fakat yeterli değildir, süreçleri ve alınan kararları hızlandıracak daha hızlı sistemi döndürecek bir iş akışı ve süreç yönetimi ivedilikle yapılmalıdır.
YÖK tarafından müdahale edildiği için uygulamaya koyamadığımız bir diğer uygulama da lisans öğrenci sayısını düşürmekti. Dünyada öncü üniversitelerdeki öğrenci/akademisyen oranı çok düşük. Uçuk bir örnek olarak Oxford’da bazı bölümlerde bu sayının 1 olduğu bilinmektedir. Bizdeki oran ise belki üç basamaklı sayılarla ifade edilebilir. Ancak, bu konudaki tüm çabalarımız sonuçsuz kaldı. Açıkçası, bizde her şey maalesef tahakkuk etmesiyle değil, ‘-mış gibi olmasıyla’ değer görüyor ve konuların üstü böylelikle kapatılıyor. Ülkemizdeki gelişmelerin önünü tıkayan en önemli sebeplerden birinin bu sakat anlayış olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Üniversitemize, tıpkı mühendislik alanlarında başarıları çok iyi bilinen yabancı ve öncü üniversitelerin zamanında yaptığı gibi hukuk fakültesi kazandırmayı çok arzuladık. Otuz üçü vakıf olmak üzere toplam yetmiş dört üniversitesinde hukuk fakültesi bulunan ülkemizde, hiç şüphesiz birbirini taklit eden hukuk fakültelerine artık ihtiyaç kalmamıştır. Mevcut tablo karşısında asıl ihtiyaç, diğerlerinde olmayan kendine özgü özelliklerin ve konseptlerin bulunduğu hukuk fakültelerinin kurulmasıdır. Fen bilimleri ve sosyal bilimler arasındaki ilişkide eşine az rastlanır bir biçimde, teknik, teknoloji ve hukuk birbiriyle yakından ilişki içerisindedir. Öyle ki, teknoloji, insan hayatına temas ettiği ve insan hayatını biçimlendirdiği sürece, hukukun buna kayıtsız kalması da mümkün değildir. Hukuk, düzenleyici işlemleriyle teknik ve teknolojiyi regüle etmeye çabalar. Son çeyrek yüzyılda Türkiye’de önemli ölçülerde teknik ve teknoloji üretilmesine rağmen, bu alanların regüle edilmesinde halen yurtdışı kaynaklar tercih edilmektedir. Hukukun, tabiatı gereği her zaman için teknik ve teknolojiyi takip etmek suretiyle bu alanları regüle ettiği gerçeği dikkate alındığında, kanaatimizce bu örgütlenme tipi, paydaşlar arası doğru iletişimin sağlanması ve disiplinler arası çalışma ortamının oluşturulması bakımından yerindedir.1
Düşündüğümüz; patent, fikri mülkiyet, faydalı model, otonom araç ve yapay zekâ gibi konularda topluma hizmet verebilecek bir hukuk fakültesi idi. Örneğin otonom araçların, insansız hava araçlarının oluşturacağı ve Ar-Ge hukuku alanlarında ciddi boşluklar olduğuna gelecek yıllar içinde şahit olacağız. Bu alanların mutlaka ilgili mühendislik alanlarından beslenmesi ülkemizde yeni ufuklar açılmasına vesile olacaktı.
Mevcutta ülkemizde üç alanda da etkin şekilde faaliyet gösteren bir üniversite bulunmamaktadır.2 Teknik alanlardaki başarısıyla İTÜ, bahsi geçen örgütlenme tipini benimseyerek, bünyesindeki hukuk fakültesi vasıtasıyla paydaşları doğru ortamda buluşturabilecek potansiyele sahip bir üniversitedir.
İTÜ Hukuk Fakültesi, tam da bu noktada dinamik hukuk dallarında meydana gelen problemlerin çözümünde rol alacaktı. Daha önce denenmemiş bu modelin başarıyla uygulanması, İTÜ’nün girişimci kimliğini daha da ön plana çıkararak üniversiteler bünyesinde bir ‘kamu girişimciliğinin’ nasıl yapılabileceğine örnek olarak hafızalarda yer edebilecektir. Bu da maalesef içimde ukde kalan ve adım atmama müsaade edilmeyen başka bir konu...
Malum, üniversite; merakın ve eleştirel aklın üretildiği yerdir. Özünde öğretme çabasından çok anlamaya çalışma uğraşı vardır. Her şeyin temeli bilgidir ve bilgiye ulaşılan, bilgiyi işleyen, yeni sorular üreten yer üniversitedir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, içinde bulunduğumuz yüzyıl üniversitelerin girişimcilik odaklı evrimine sahne olmaktadır. Bu yeni üniversite anlayışının dünya çapında lokomotifi Stanford, MIT, UCLA üniversiteleridir. İnovasyon odaklı üniversite anlayışını getiren ve güçlendiren bu kurumlar, Türk üniversitelerinin geleceği için de rol model olmalıdır. Bilimsel bilgi, teknolojik gelişimle birleşemediğinde etkisi sınırlı kalır. Teknolojik gelişim, hem kalkınmanın hem de rekabetçi üstünlüğün anahtarıdır. Teknolojik gelişimin temel parçaları ise ‘inovasyon, girişimcilik ve Ar-Ge’dir. Bu bağlamda, İTÜ ArıTeknokent’in büyümesi ve akademia ile entegre olması için yoğun çaba sarfettik.
Akademisyenlerimizden bazıları, bilgilerinin, çalışmalarının da ticarileşeceğini görerek firma kurmaya başladılar. Göreve geldiğimizde beş on adet olan akademik firma sayısı, görevi bıraktığımızda 87’ye çıkmıştı. İntel, Cisco, Vadofone gibi dünya devlerinin araştırma birimlerinin yanında İTÜ Çekirdek’te yeşermiş büyümüş start up’lara da öncelik verdik. İTÜ Çekirdek, UBI Index’e göre üniversite kulukça merkezleri arasında 2018 ve 2020 yıllarında ilk 5’de yer almış olup, 2022 yılı itibarıyla, 94 ülkenin 1895'den fazla kuluçka ve hızlandırma merkezi arasında hizmet, performans ve çıktılarının değerlendirilmesiyle UBI Global tarafından “Dünyanın En İyi Kuluçka Merkezi” seçilmiştir.. 2012’de yüze yakın proje başvurusu alırken 2020’de 10 binden fazla proje başvurusu gelmiştir. Hatta 30’dan fazla ülkeden başvurular gelmiş ve Big Bang yarışmasında ilk 20’ye girmiştir. Ülkemizde girişimci 3. nesil üniversite kavramına en uygun üniversite İTÜ’dür. Bunun nedenlerinden biri “250 yıla yakın birikimi, mezunlarının önemli işleri başarmaları, iyi bir mezun portföyü olması ve merkezinin bir dünya şehri olan İstanbul olmasıdır” diyebiliriz.
İTÜ, akademik eğitim kalitesinin dünyanın önde gelen üniversiteleri ile eşdeğer olduğunu gösteren uluslararası akreditasyonlara sahip. Bu akreditasyonlar; dışarıdan değerlendirme, denetleme yapılması ve kendimizi sürekli geliştirme sorumluluğumuzu desteklemesi açısından önem taşıyor. İTÜ, mühendislik eğitiminde dünyanın en önemli denetleyici kuruluşu kabul edilen ABET’e (Accreditation Board for Engineering and Technology) 23 bölümü ile aynı zamanda akredite olarak dünya çapında rekor kırmıştı. ABET’e akredite bölüm sayısımız 25’e çıktı. Halen dünyada en fazla akredite bölüme sahip üniversiteyiz. ABET, İTÜ’lü mühendislerin diplomalarının ABD’de birebir geçerli olmasını sağlamaktadır. Mimarlık alanında, ABD dışından sadece iki üniversitenin sahip olduğu American National Architectural Accrediting Board (NAAB) akreditasyonuna devam edildi. Denizcilik Fakültemiz International Maritime Organization (IMO) akreditasyonunu tekrardan aldı. Yabancı Diller Yüksekokulumuz ise CEA akreditasyonunu kazandı. 900 Erasmus Anlaşması, Erasmus değişim programını ilk uygulamaya başlayan üniversitelerden biri İTÜ’dür. Norveç ve İzlanda hariç tüm Avrupa ülkeleri ile anlaşmamız bulunuyordu.
İyi bir üniversitenin olmazsa olmazı; iyi bir kütüphaneye sahip olmaktır. Akademik açıdan başarılı ve sürekli gelişim gösteren tüm üniversitelere baktığımızda aynı ortak noktayı görürüz. O da zengin bir kütüphane varlığıdır. Araştırmayı, öğrenmeyi, keşfetmeyi desteklemek için bilgi/belge varlığımızı yükseltmek zorundayız. Çünkü İTÜ sadece iyi öğrenci yetiştiren bir üniversite değil, aynı zamanda bir araştırma üniversitesidir. Kitap sayımızı iki katına çıkarabilmiştik. Fakat bu sayılar dünyada akademik anlamda iyi okulların kitap varlığına baktığımızda çok çok düşüktür. Şu anda Türkiye’de en büyük kütüphaneye sahip üniversiteler arasında ilk üçteyiz. Hedefimiz Türkiye’nin en büyük üniversite kütüphanesine ulaşmaktı. 700 binlerde olan basılı kaynak varlığımızı 4 yılda 900 binin üzerine taşıyabildik. Amacımız 2020 itibariyle 1,5 milyona ulaşmak idi. Ciddi kitap bağışları almamıza rağmen, bunları koyacak kütüphane ek binası için maalesef yeterli kaynağı bulamadık.
Artık dijital çağdayız. İyi bir IT altyapısına mutlaka sahip olmak gerekliydi. Gelirimizin büyük kısmını IT altyapısına ayırdık. Çünkü iyi, hızlı bir iletişim ağına sahip değiliz. Kotalarımız çok düşük, internet bağlantımız ise istenen düzeyde değildi. Bunu çözmek için önemli adımlar atarak hem Bilgi ve İşlem Dairesi Başkanlığı’na yeni bir bina yaptık, hem de IT altyapısı ciddi anlamda güçlendirildi.
Bir üniversitenin üniversite olması, kurumsallaşması için en az 50-100 yıl gereklidir. Olumsuz diyebileceğimiz tarafları da var. Bu defa ataletiniz fazla oluyor; iş yaparken, sorun çözerken, önünüzdeki bürokrasi çok daha hızlı, kök salmış durumda. Yeniliğe açık bir yapıya sahip değilsiniz. Üniversite, kendi yapısı içinde, adı üstünde sürekli arayış içinde olan, yeniliğe açık, yeni şeyler yapma derdinde olan bir kurum. Dünyada, yeniliğe bu kadar açık olması gereken üniversite benzeri bir kurum daha yok. Ama gelenekçiliğin getirdiği kemikleşmiş yapılar, karar süreçlerini etkiliyor. Dolayısıyla yönetim olarak aldığınız kararların sirayet etmesine, o kanın akışına engel olabiliyor. Hakikaten akademik camia bir ekosistem. Bence bu ekosistemin en iyi şekilde beslenmesi için dışarıya, farklı yerlere daha açık olması gerekiyor. Bugün dünyadaki en iyi okullara baktığımızda, bunların dışarıyla entegrasyonu çok fazla olan üniversiteler olduğunu görürüz. Daha fazla yabancı öğrenciye, daha fazla yabancı öğretim üyesine sahip üniversiteler çok daha başarılı oluyor. Teknik Üniversite’nin bu kemikleşmiş gelenekçi yapıdan hızla kurtulması lazım. Bu yapı, yeni insana, yeni sisteme pek açık değildi. 1980’lerden sonra ciddi bir kırılma yaşamaya başladık. Inbreeding karşıtı aldığımız karar, İTÜ’yü dönüştürebilecek en önemli kararlardan biriydi. Doktorasını İTÜ’de yapmışların farklı yerlere gitmeleri, farklı dünyalardaki bilimsel metodolojiyi öğrenmeleri gerektiğini düşündük. Yıllarca aynı kurumda kalmak, insanı üretkenlikten yoksun kılıyor. Lisans, master, doktora derecelerini aynı kurumdan alıp, hatta hocalığı da aynı kurumda yapınca farklı anlayışlara, farklı görgülere kapalı oluyor insan. Aynı kökten, içten beslenme -İngilizcede inbreeding- akademik kültür açısından geçerliliğini yitirmiş bir kurgudur.
Dünyada iyi ve kaliteli üniversite örneklerine baktığımızda amaç ve görevlerini en iyi biçimde yerine getiren ve bunun için gerekli fiziksel ve moral koşullara sahip olan üniversiteleri görmekteyiz. Bu bakımdan üniversitelerin iki temel görevlerinden olan araştırma ve öğretim için gereksinimi olan üç öğe, kaliteli öğrenci, iyi yetişmiş öğretim üyesi ve çok iyi bir fiziksel ve moral altyapıdır. Vaktiyle en iyi öğrencileri aldığı için en iyi mühendisleri yetiştiren üniversitemiz, benzer kuruluşların oluşması ve artması, bir bölümünün daha cazip koşullara sahip olması nedeni ile bu üstünlüğünü kısmen de olsa yitirdi. Ayrıca, ortaöğretim ve liselerde de öğretim düzeyi belirgin ölçüde düştü. Az sayıda lisenin yetiştirdiği, bilgi ve beceri düzeyi çok iyi olan öğrenciler yanında, gerekli birikimi alamamış ciddi bir çoğunluk var.
İyi öğretim üyesi tanımında, kanaatimce hem bilimsel yönden güçlülük hem de iyi bir öğretme yeteneği unsurları olmalıdır. Bunun tecrübe ve eğitimle sağlanabileceğini düşünmekteyim. Son yıllarda ön plana çıkan yayın ya da atıf sayısı kavramı öğretmenlik kavramını geride bırakmış görünüyor. Oysa özellikle lisans düzeyindeki öğrenci, öğretim üyesinin yayınları ile değil, kendisine anlatabildikleri, öğretebildikleri ile ilgilidir. Özellikle lisans öğretiminde temel dersleri tecrübeli, deneyimli profesörler vermelidir. Bu açıdan, öğretim konusunun en az araştırma kadar önemsenmesi ve teşvik görmesi gerektiğini düşündüğümüzden öğretim üyelerini oryantasyona almıştık. Başlangıcı yardımcı doçentlerle yapıp doçent ve profesörleri bir eğitimden geçirmeye çalıştık. Ama katılımda yeterince başarılı olamadık. Bunun nedenlerinden başlıcasının öğretim üyelerinin kademe aldıkça yeniliğe açık olmamaları olduğunu düşünüyorum. Her yaşta her aşamada hizmet içi eğitim mutlaka yapılmalıdır.
Geleceğimiz
İTÜ’nün, geleceği yakalayabilmek için atılmış adımları atmaya devam etmesi gerekiyor. Mevcut anlayışın bu felsefeyi sahiplendiğini maalesef düşünmüyorum. En azından attığımız adımlar geçerliliğini korusun isterdim. Ne yazık ki, örneğin EELISA gibi çok uğraş vererek bir parçası olduğumuz bir Avrupa Birliği Üniversitesi oluşturma projesine gereken önem verilmemektedir. Projeyi üniversitemize kazandıran ekip tamamen tasfiye edilmeyip, yurtdışı birikimi ve tecrübesi olan bu deneyimli ekibin EELISA projesindeki görevlerini devam ettirmesini dilerdim.
Eminim ki, İTÜ; içerisinde barındırdığı gelenek ve aşılama yoluyla kazandırılan yeni akademisyenlerin sağladığı genetik zenginlikle çağdaşlığı yakalayacak ve hak ettiği yere gelmeyi bir şekilde başaracaktır.
Prof. Dr. Mehmet Karaca
İTÜ 2012-2020 Dönemi Rektörü