“Mühendishane Matbaası olarak 1797 yılında bir müessese ortaya çıkmıştır. Müteferrika Matbaası’nın hurufat takımlarıyla başlayan hikâye, Fransızların talebinin yol açmasıyla Raşid Efendi tarafından yeniden çalışır hale gelen bir yere evrilmiş, ardından resmen bir askerî okulun matbaası olarak başlayıp, son olarak da Üsküdar Matbaası’na intikal ve inkılap etmiş, ardından tekrar Suriçi’ne taşınarak sona ermiştir. ”
Giriş Yahut 2.200 Karakter
Türkiye’deki konular, teknik olarak yetkin olunmadığından genellikle hep ‘stratejik’ olarak tartışılagelmiş, tekniğe dair en ufak bir fikrî olmayan pek çok kişi, ‘stratejik’ çerçevede ‘müthiş’ öngörülerin sahibi olmuştur. Esasında stratejik çerçevede fikir sahibi olmak için teknik veriye sahip olmak her zaman şart değildir. Fakat teknik çerçevenin stratejik paradigmayı etkilediği, hatta belirlediği durumlarda teknik bilgi olmadan ‘yürütülen’ fikirler ‘topal’ kalmaya mahkûmdur. Eski harfli yazıda (Pe, çim, je gibi Fars harfleri eklenmiş olan Arap harfli Osmanlı Türkçesi), harflerin başta, ortada, sonda ve ayrık olarak yazıldığı durumlarda farklı biçimler aldığından bütün harflerin diğer karakterlerle birleştirilmesi sonucunda ortaya çıkan hurufat takımı sayısının 2.200’ü (yazıyla iki bin iki yüz) bulduğu olmuştur. Yani herhangi bir metnin basılabilmesi için elde 2.200 kalemlik hurufat takımının olması gerekmektedir. Bu sayı, Haçik Kevorkyan tarafından Ahmed Midhad Efendi’nin isteği üzerine 1600’lere düşürülmüştür.
Turgut Kut, eski harflerin kullanıldığı zamanlar için hurufat kasalarında 480, Latin harfin kullanıldığı zamanlarda ise 118 göz olduğunu belirtir. Bu sayı fazlalığından doğabilecek karışıklığı önlemek, büyük bir titizliği gerektirmektedir. Matbaa ve matbuatın problemli yanlarına dair yapılan sohbet ve tartışmaların pek çoğunda bu husustan ya hiç bahsedilmez yahut bu husus tartışmanın başlıca konusunu teşkil etmez. Bu sebeple kaleme alacağımız bu yazı bilimsel bir metot ortaya koymaktan ziyade, en başta yapılması gereken felsefî bir mülahaza teşkil etmeyi amaçlamaktadır.
Tarih ve Kabul: Matbaanın Türkiye’ye 150 Sene Erken Gelmesi & 200 Sene Geç Gelmesi
Tarihte yapılan pek çok anlatı, sorgulanmayan ‘kabul’lere dayalıdır. Sorgulandığı zaman mevcut literatür ya yıkılır, yahut zedelenir. Bu da konformist yazarın işine gelmekten ziyade ‘daha önce yazdıklarını tenkide açmaya’ sebep olacağından hoş karşılanmaz. Matbaanın Türkiye’ye ‘geç gelmesi’, buna bir misal teşkil eder. Bu ‘kabul’ün doğru olduğunu varsayarsak senaryonun şöyle akması gerekirdi. Matbaa Türkiye’ye geç geldi (Paralel okuması: Çünkü Avrupa’da 200 sene önce kurulmuştu). Dolayısıyla zaten bu gecikmeden kaynaklanan piyasa ihtiyacını karşılamak üzere kurulan matbaa, ilk kitaplarını basar basmaz, bütün birinci baskılar hemen tükendi ve derhal ikinci ve müteakip baskılar yapıldı. ‘Geç gelme’ senaryosu böyle olmak zorundaydı, çünkü ‘geç’ kalmıştı. Oysa gerçek durum Müteferrika Matbaası’nın bastığı kitapların çoğunun satılmaması, İbrahim Müteferrika öldükten sonra matbaayı işleten genç İbrahim döneminde de matbaanın batmasıydı. Gerçek durum böyle iken, ‘matbaanın geç geldiği iddiası’nı savunmanın mantığı ne olabilirdi? Esasında bu bir mantığa değil, yukarıda da belirtildiği üzere ‘kabul’e dayanıyordu. Tarihteki pek çok vakayı kurban verdiğimiz bu kabuller, teknik yaklaşımın yetersizliğiyle donatılmış stratejik (!) analizlere kurban gitti. Bu da onlardan biriydi. Avrupa’da 1500’lü yıllardan beri var olan matbaa, Türkiye’de de o tarihten beri olmalıydı. Bu kabul, bizi 350 sene kadar yanılttı. Eğer matbaa 1720’lerde değil de 1880’lerde gelseydi, matbaa tam zamanında gelmiş olacaktı. Yani basılan kitaplar bir kenarda çürümeye terk edilmeyecekti. Çünkü 1880’lerden sonra basılan kitaplar tükenmekteydi (Paralel okuma: Çünkü II. Abdülhamid devrinde yapılan eğitim reformları sonucu açılan okulların kitap ihtiyacı bu dönemde çok fazla artmıştı.). Öyleyse matbaa Türkiye’ye 150 sene erken geldi. Bu ifade her ne kadar ajitasyon içeriyor gibi gözükse de bu da daha önceki bir ‘kabul’e dayanan hissiyattan kaynaklanmaktadır. Burada geç geldiği için Türk toplumunun kitaba değer vermediği ‘kabul’ edilebilir. Fakat peşinen bu kabule düşmek yerine sosyokültürel açıdan yaklaşırsak durumun böyle olmadığı rahatlıkla anlaşılır. Türk kültüründe kitabın okunması ve ondan istifade edilme yöntemleri Batı kültüründen farklıdır. Batı’da kitap okuma şahsî bir faaliyettir. Yazar ile okur arasına kimse girmez (Paralel okuma: Girmemesi gerektiği de bir ‘kabul’e dayanmaktadır). Buradan ortaya çıkan bir diğer kabul de ‘Türklerin kitaba ve okumaya değer vermediği’ şeklinde tezahür eder. Üstelik bu ‘peşin kabul’ün ‘iç piyasada oldukça hevesli alıcıları’ da kolaylıkla bulunabilir.
“Batıdaki okurun yazarla olan ilişkisi sadece satırlarla sınırlı iken, Şark’taki okuyucu, aktarıcının şerhleri ile birlikte kitaptan istifade eder. Bu şerhler batıdaki kitapta bulunmayan bir nevi dipnotlardır. Metni besleyen bu mütemmim cüzler, Türklerin kitaptan daha fazla istifade etmesini sağlar.”
Türk kültüründe yazı dili edebî bir dil olduğundan okur ile yazar arasına ‘âlim’ler girer. Bu bir işleyiş türüdür ve tefsir kültürüne dayanır. Üstelik bu tefsir kültürü salt İslamî de değildir. Dede Korkut masalları türündeki eserler eski Türk kültüründe de halk ozanları vb. kişilerce dillendirilir ve dinleyiciye şerh edilerek aktarılır. Yazılı-sözlü literatürün bu şekilde aktarılması, Türk kültürüne mensup okuyucunun, bir kitaptan batıdaki okuyucuya göre daha fazla istifade etmesi şeklinde gerçekleşir. Zira batıdaki okurun yazarla olan ilişkisi sadece satırlarla sınırlı iken, Şark’taki okuyucu, aktarıcının şerhleri ile birlikte kitaptan istifade eder. Bu şerhler batıdaki kitapta bulunmayan bir nevi dipnotlardır. Metni besleyen bu mütemmim cüzler, Türklerin kitaptan daha fazla istifade etmesini sağlar. Fakat bu durumda ortaya çıkan sonuç, kitaptan istifade eden bir Türk’ün bir Batılıya nispetle daha fazla derecede olması, fakat Batı’da çok daha fazla kitap basılmış olmasıdır.
Şüphesiz ki burada görecelilik söz konusudur. Biz tarihteki her Türk için bunu iddia etmek yerine, kitaptan istifade eden bir Türk ve bir batılı üzerinden bu değerlendirmeyi yapıyoruz. Diğer taraftan kitaplara olan yaklaşımımızın Batılılara nazaran kantitatif ve kalitatif olarak geride olduğu ortadadır. Eğer aksi olsaydı Galata’da sokak sokak dolaşıp kitap ve lügat toplayan 17. yüzyıl seyyah ve âlimi Antione Galland gibi kitap meraklısı olup binlerce el yazmasını Şark’tan toplayarak Batı’ya taşıyan binlerce Batılının karşılığında bizim de elle tutulur birkaç ismimiz olurdu. Oysa günümüzde bizim Avrupa’dan Türkiye’ye getirdiğimiz Batılı el yazmalarını değil, Osman Reşer’in Avrupa kütüphanelerine Türkiye’den toplayıp kaçırdığı el yazmalarını konuşuyoruz.
“Kitaplara olan yaklaşımımızın Batılılara nazaran kantitatif ve kalitatif olarak geride olduğu ortadadır. Eğer aksi olsaydı Galata’da sokak sokak dolaşıp kitap ve lügat toplayan 17. yüzyıl seyyah ve âlimi Antione Galland gibi kitap meraklısı olup binlerce el yazmasını Şark’tan toplayarak Batı’ya taşıyan binlerce Batılının karşılığında bizim de elle tutulur birkaç ismimiz olurdu. ”
Mühendishane Matbaası: Teşkilat ve Teşrifat
Türkiye’de bir yeniliğin askerî alanda başlamasının başlıca sebebi dinî algıdaki icazet meselesidir. Normalde fetvası verilmeyen bir husus, askerî bir özellik kazandığı zaman ‘güvenlik gerekçesi’yle çok daha kolay fetvaya kavuşabilmektedir (Paralel okuma: Fakat yukarıda da izah ettiğimiz üzere matbaa konusunun bununla bir alakası olmayıp, doğrudan ihtiyaç ve tüketici kitlesi ile ilgilidir, zira ilk kurulduğunda askerî değildi). İlk kurulduğu zamanlardaki adıyla Darü’t-Tıbaa, yani Tabhane, esasen askerî bir kurum olarak değil, sivil bir müteşebbis olan İbrahim Müteferrika tarafından kurulmuştur. Daha sonra yeni açılan başka matbaalar, Türk matbuat hayatının dönüm noktalarını teşkil etmiştir.
Türkiye’nin matbuat tarihinde bir önemli dönüm noktası da Mühendishane Matbaası’dır. Mühendishane Matbaası’yla ilgili bugüne dek yapılan çalışmalara bakıldığında Prof. Beydilli’nin telif ettiği eserler öne çıkar. Türk matbuat hayatına, Mühendishane Matbaası’na, Üsküdar Matbaası’na, İbrahim Müteferrika ve onun halefi olup kendisiyle karıştırılan kalfası Kadı İbrahim Efendi’ye dair yapmış olduğu çalışmalarla Türk matbuat tarihi ve kültürüne önemli katkılar sunmuştur.
Mühendishane Matbaası, aslında âtıl kalan bir değerimizi Batılılar sayesinde fark etmemiz sonucunda doğmuş bir müessesedir. 1727 tarihinde kurulan Müteferrika Matbaası, Müteferrika’nın ölümünden sonra onun kalfası olan Kadı İbrahim Efendi tarafından bir süre daha devam ettirilmeye çalışılmış, fakat sonunda kitaplar satılmadığı için kapatılmak zorunda kalmıştır. Yıllarca âtıl kalan matbaa, aradan geçen bir süreden sonra Fransız elçiliği Müteferrika Matbaası’ndan kalan malzeme ve teşrifatı Kadı İbrahim Efendi’nin terekesinden satın almak istemiştir. Fakat burada devreye giren Beylikçi Raşid Efendi ve Vakanüvis Ahmed Vasıf Efendi terekeyi satın alarak Fransızların eline geçmesini önlediler. Daha sonra Raşid Efendi bir süre Vasıf Efendi ile birlikte matbaayı işletti, fakat sonra anlaşmazlığa düşmeleri üzerine 1792-93 yılında matbaa kapandı. 1795’te kurulan Mühendishane-i Berrî-i Hümayun’un bir matbaaya ihtiyacı olduğu ortaya çıkınca da Raşid Efendi 4.000 kuruşa satın alıp 9.000 kuruş masraf yaptığı hurufat takımını devlete 7.500 kuruşa satmış, Beydilli’nin ifadesiyle ‘13.000 kuruşu satış bedeli olarak istemekten utanmış’tır. Böylelikle resmen Mühendishane Matbaası olarak 1797 yılında bir müessese ortaya çıkmıştır. Müteferrika Matbaası’nın hurufat takımlarıyla başlayan hikâye, Fransızların talebinin yol açmasıyla Raşid Efendi tarafından yeniden çalışır hale gelen bir yere evrilmiş, ardından resmen bir askerî okulun matbaası olarak başlayıp, son olarak da Üsküdar Matbaası’na intikal ve inkılap etmiş, ardından tekrar Suriçi’ne taşınarak sona ermiştir.
“İlk kurulduğu zamanlardaki adıyla Darü’t-Tıbaa, yani Tabhane, esasen askerî bir kurum olarak değil, sivil bir müteşebbis olan İbrahim Müteferrika tarafından kurulmuştur. Daha sonra yeni açılan başka matbaalar, Türk matbuat hayatının dönüm noktalarını
teşkil etmiştir. ”
Aslında Arap harfli matbuat 18. yüzyıldan çok daha önce, 16. yüzyıl başlarından beri mevcuttur. Fakat Türkiye’de değil Avrupa’dadır. 1514’te İtalya’da Arap harfli eserlerin yayınlandığı bilinmektedir. Osmanlı dünyasında ise bu harflerle Türklerin kurmuş olduğu ilk müessese olan Müteferrika Matbaası’nın Mehmed Raşid Efendi tarafından satın alınan hurufat takımlarıyla, Hasköy’de bulunan Mühendishane-i Berrî-i Hümayun binasının zemin katına kurulan matbaanın başına Abdurrahman Efendi’nin getirilmesiyle tesis edilmiştir. Beş oda ve bir avludan meydana gelen 269 metrekarelik matbaa müessesesinin içerisinde basmahane odası (Paralel okuma: Türkiye’de ‘basmane’ adıyla karşımıza çıkan yer isimleri büyük oranda bu müesseseden kaynaklamaktadır) mevcuttur. Matbaanın içerisindeki takım, tezgâh vb. teşrifata dair gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Buna karşın devlet hazinesi eliyle kurulan ve masrafları da yine hazineden yapılan matbaanın daimî kadroları yoktu. Üstelik bir nizamnamesi de olmadığından kadro düzenlemelerine sahip de değildi. Bir basım faaliyeti olacağı zaman ‘kalfa usulü’ toplanan işçiler, iş bittikten sonra dağılıyorlardı. 11 Temmuz 1880’da nizamnamesine kavuşan matbaada Mayıs ayına gelindiğinde Abdurrahman Efendi tarafından sürekli kadro ihdasına gidildi. Böylelikle matbaada iki ustabaşı, iki musahhih (redaktör), sekiz mürettip, iki basmacı, bir ressam ve 15 işçiden oluşan maaşlı personel ile daimî kadroya kavuşulmuş oldu. Bazı çalışanları zaman zaman yabancı olan matbaada ressam olan personel Likar adlı bir Batılıydı. Görevi resimlerin mümkün olduğu kadar iyi basılmasıydı. Fakat Beydilli’nin yaptığı çalışmalar sonucunda Likar’ın tek olmadığı ve resim işiyle ilgili pek çok Müslüman personelin de görev yaptığı sonucuna ulaşılabilmektedir. Resimlerin basıldığı bakır levhalar, hurufat takımının haricindeki diğer malzeme kalemiydi (Paralel okuma: Resimler, tarihte kimi zaman bakır, kimi zaman ahşap baskı tekniği kullanılarak basılmıştır). Bakır levhalar için iki husus önemliydi. Birincisi halis bakır olması, ikincisi ise bakırcı esnafına nitelikli bir şekilde dövdürülmesiydi. Bunlar dışarıda yaptırılan işçilik olarak kabul ediliyordu. Ayrıca içeride kadrolu olarak çalışan personelin toplam maaşları 755 kuruşluk bir yekûn teşkil ediyordu. Maliyet içeren kalemler arasında ayrıca hurufat takımının tasarımı ve dökümü de vardı.
“Türkiye’nin matbuat tarihinde bir önemli dönüm noktası da Mühendishane Matbaası’dır. Mühendishane Matbaası’yla ilgili bugüne dek yapılan çalışmalara bakıldığında Prof. Beydilli’nin telif ettiği eserler öne çıkar. ”
Mühendishane Matbaası’nın bulunduğu konumlara bakarsak, önce Hasköy’de, ardından Sultanahmet Meydanı’nın Cağaloğlu’na bakan yakasına taşındığı görülür. Buradaki konumu, Sultanahmet ile Çemberlitaş arasında, günümüzde Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi olarak kullanılan ve Darüssaâde Ağası Mehmed Ağa tarafından inşa ettirilen Kızlarağası Medresesi’nin yakınlarındadır. Bundan sonra Üsküdar’a taşınacak ve artık yeni bir müessese olarak devam edecektir. Bu yeni müessese, Üsküdar Matbaası’dır. Fakat Selimiye Kışlası yakınlarında Selimiye Vakfı’na ait arazideki bir binada kurulan bu matbaa, 1824 yılında İstanbul’a geri taşınacaktır. Burada bir hususa dikkat çekmek gerekir. Bilhassa Kabakçı Mustafa İsyanı’ndan sonra askerî müesseseler ve bilhassa matbaa bu isyandan oldukça zarar görerek çıkmıştır. Teknolojik devrimlerdeki temel problem olan ‘entelektüel sermaye’nin kaybı en büyük zarar kalemlerinden olmuştur. Zira İstanbul’da gizlice faaliyet gösteren pek çok matbaa bu durumu fırsat bilerek Matbaa’nın personelini tek tek işe alarak toplamıştır. Bu vaka, devletin entelektüel sermayeye neden sahip çıkması gerektiğine dair önemli bir misal olarak karşımıza çıkar.
“Aslında Arap harfli matbuat 18. yüzyıldan çok daha önce, 16. yüzyıl başlarından beri mevcuttur. Fakat Türkiye’de değil Avrupa’dadır. 1514’te İtalya’da Arap harfli eserlerin yayınlandığı bilinmektedir. Osmanlı dünyasında ise bu harflerle Türklerin kurmuş olduğu ilk müessese olan Müteferrika Matbaası’nın Mehmed Raşid Efendi tarafından satın alınan hurufat takımlarıyla, Hasköy’de bulunan Mühendishane-i Berrî-i Hümayun binasının zemin katına kurulan matbaanın başına Abdurrahman Efendi’nin getirilmesiyle tesis edilmiştir. ”
Mühendishane Matbaası, müstakil bir matbaa olarak kurulmaktan ziyade bir askerî okul matbaası olduğundan, basmış olduğu eserlere bakıldığında bunların genellikle askerî eğitime yönelik kitaplar olduğu görülür. Fenn-i harp, fenn-i hendese, istihkamat, matematik, dil ve gramer kitapları bunların içeriğini teşkil eder. Basılan bu eserlerin mühim bir kısmı batılı literatürden yapılan çevirilerdir. Buna ilaveten Türkçe yazılan bir kitabın Fransızcaya çevrilerek basıldığı da dikkat çeker. Misalen uzun süre boyunca Nizam-ı Cedit hakkında Mahmud Raif Efendi’nin kaleme almış olduğu zannedilen eser (Beydilli bunun aksini ispatlamıştır.) Fransızcaya Tableau des Nouveaux Réglemens de l’Empire Ottoman adıyla çevrilmiş bir eser olup, içinde 36 parça gravür bulunmaktadır. Beydilli, 100 tanesi Atıf Efendi’ye teslim edilen bu nüshaların yabancı devlet adamlarına dağıtıldığını belirtir. Bu durum, devletin 18. yüzyıl sonunda kendi yapmış olduğu reformları anlatma ihtiyacı hissetmiş olduğunu gösterir. 1798’de basılan eser, aynı zamanda devletin kendi kaleme almış olduğu propagandası metni özelliğini de taşımaktadır. Dolayısıyla Mühendishane Matbaası’nın ders kitabı basmaktan başka, kendi vizyonunu anlattığı eserlerin de baskı yeri olduğu sonucuna ulaşılabilir.
Mühendishane Matbaası’nın bastığı eserler arasında Atlas-ı Kebir, Vankulu Lugati, Kamus Tercümesi, Miyarü’l-Etibba, Siyer-i Kebir Tercümesi, Ders Kitapları, Risaleler, Rekz ü Nasb-ı Hıyâm ve Vauban Tercümeleri gibi başka eserler de vardır. Bunlardan en dikkat çekici olanı Vauban Tercümeleri’dir. Fransız mühendis-subay ve askerî düşünür olan Vauban, gerek statik, gerek dinamik harple alakalı 18. yüzyıl ve sonrasını oldukça etkileyen bir harp filozofudur. Teknik yaklaşımlarının taktik ve stratejik çerçeveyi nasıl değiştireceği ile alakalı doktrinel fikirler üretmiş, geliştirilen konseptlerin de daha sonra doktrinize edilmesinin önünü açmıştır. Bilhassa statik harp ile ilgili istihkamat çalışmalarının ortaya çıkardığı anlayış, Fransızları İkinci Dünya Savaşı’nda bile etkileyecek kadar derin izler bırakmıştır.
Mühendishane Matbaası’nın envanterinde kısa süreli olarak Fransız matbaa takımları da bulunmuştu. Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgal etmesi üzerine Fransız elçiliğinde bulunan matbaa bir süre Mühendishane Matbaası’na intikal ettirildiyse de, bir süre sonra sefir Ruffin’in teşebbüsleri sonucu kendi koleksiyonu ve elçiliğin matbaa takımı 1802 yılında Fransızlara geri verilmişti.
Öğr. Gör. A. Sefa Özkaya
Milli Savunma Üniversitesi
Genel Kaynakça
Ahmed Rasim, Matbuat Hatıralarından: Muharrir, Şair, Edib, İstanbul 1924
Berkes, Niyazi, “İlk Türk Matbaası Kurucusunun Dini ve Fikri Kimliği”, Belleten, Sayı 104 (1962), c. 26, s. 75-137
Beydilli, Kemal, Türk Bilim ve Matbaacılık Tarihinde Mühendishane, Mühendishane Matbaası ve Kütüphanesi (1776-1826), Eren Yayınları, İstanbul 1995
Beydilli, Kemal, “Matbaa, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 28, TDV Yayınları, Ankara 2003, s. 105-110
Erken, Mehmet, “Taş Üstüne Yazı Yazmak: Osmanlı’da Matbaa Hattatlığı (1831-1928)”, FSM İlmî Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, Sayı 21 (Bahar 2023), s. 173-208
Gerçek, Selim Nüzhet, Türk Matbaacılığı I Müteferrika Matbaası, İstanbul Devlet Basımevi, İstanbul 1939
Kut, Turgut, “Daruttıbâa”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 9, TDV Yayınları, Ankara 2019, s. 10-11
Kut, Turgut, “Matbaa Hurufatı”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 28, TDV Yayınları, Ankara 2003, s. 111-113
Özkaya, A. Sefa, “Hüseyin Rıfkı Efendi’nin Telhisü’l-Eşkal’i ve ‘Rıfkı Mesleği’nin Düşündürdükleri”, 220. Yılında Üsküdar Matbaası, ed. Bahtiyar İstekli, Üsküdar Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul 2023, s. 153-165
Toderini, G., İbrahim Müteferrika Matbaası ve Türk Matbaacılığı, çev. Rikat Kunt, haz. Şevket Rado, İstanbul 1990