Deneysel çalışma büyük bir erdemdir ve bu bilimsel geleneğin aktarılması gerekir
Prof. Dr. Ergün Toğrol, üç kuşak İTÜ’lü bir ailenin mensubu olarak 1957 yılında İTÜ İnşaat Fakültesi’nden mezun oldu. Cambridge Üniversitesi’ndeki akademik deneyiminin ardından İTÜ İnşaat Fakültesi Öğretim Üyeliği, Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü, Avrupa Yükseköğretim Komisyonu Üyeliği, Balkan Rektörler Birliği Kurucu Başkanlığı gibi görevler üstlendi. Dergimizin bu sayısında başlattığımız ‘Geçmişten geleceğe nesiller arası öğrenme serisi’ kapsamında konuğumuz olan Ergün Toğrol, hayat hikayesinden kesitlerle tecrübelerini aktarıyor.
1930’lu yılların zorluk günlerinde doğmuşsunuz. Sizin yaşamınızı, eğitim hayatınızı şekillendiren o ortamdan biraz bahseder misiniz?
Annem, babası mühendis olduğu için sürekli şehir değiştirdiklerinden okulunu bitirememiş. O nedenle biz küçükken kız kardeşimle bana okuma yazma öğretti. İlkokula başladığım zaman okuma yazma biliyordum. Hatta hesap yapmasını da biliyordum, onu da babamdan öğrenmiştim. O zaman Yeni Sabah ve Cumhuriyet olarak iki gazete vardı. Perşembe günleri çocuk eki veriyorlardı, biz onu alırdık gazeteciden. Sonra ilkokula başladım. İlkokul birinci sınıfta solak olmama rağmen sağ elimle yazmaya zorlandım. Öğretmenimiz bize sağ el ile egzersiz yaptırırdı, o eziyetli sene sona erince ertesi sene sınıf birincisi oldum. Hocamız insan olarak fevkalade bir insandı ama o zaman öyleydi, ikinci sınıftan sonra da hep sınıf birincisi olarak bitirdim. Maarif Cemiyeti Ankara Koleji’nin ilkokuluna gidiyordum. Sebebi de 3. sınıftan sonra İngilizce ders vermeleriydi, İngilizceyi öğrenmek için oraya gittim. Ortaokulda Ankara Atatürk Lisesi’ne gittim. Atatürk Lisesi’nin ortaokulu ayrı bir bölümdeydi, karton duvarlı yeni bir bina yapmışlardı. Tabii 20 kişilik sınıf olunca hocalardan çok şey alıyorsunuz. Hocamız, Necip Fazıl’ın amcası Ziya Kısakürek’ti. Hiç siyaset konuşmazdı. Biz ondan çok iyi Türkçe eğitimi aldık. Sonra matematik hocası çok iyiydi. Ben matematiği sevmezdim fakat matematiğim de iyiydi. Daha sonra okulun daha büyük olan lise kısmına geçtik. Sınıflar 60 kişilik oldu. O zamanlar Orhan Veli’nin Yaprak dergisini okuyorduk. Edebiyat hocamız Feyziye Aptullah Tansel muhteşemdi. O, bize Türkçeyi ve yazı yazmasını; Cahit Okurer de aruz veznini öğretti.
O zamanlar Almanya’da mühendislik çok popülerdi. Almanya’da mühendis olabilmek için de pratik yapmış olmak lazımdı. O nedenle ben lisedeyken torna-tesviye ve bir karbüratörü söküp takacak kadar da otomobil tamirciliği öğrendim. Sonra lise bitti. O zamanlar lise bitirmede olgunluk imtihanı vardı. Herkesin mecburi olarak girdiği kompozisyon dersi; fen kolundakilerin matematik, felsefe ve fizik imtihanları vardı. Bir de lise boyunca okunan derslerin her birinin sözlü imtihanı vardı. Onlardan geçemeyen liseyi bitiremiyordu. O zamanlar bir arkadaşımla beraber Ankara Halkevi’nin altındaki bir spor salonuna giderdik. Bütün atletler orada antrenman yapardı. O arkadaşımla üniversiteyi okumak için İngiltere’ye gitmeye karar verdik. O zamanlar yurtdışında bir üniversiteye gitmek için bizdeki olgunluk sınavı kâfi geliyordu. Biz de arkadaşımla sanıyorum mayıs ayında New Castle’da bir hocaya bunu yazdık, o da bize imtihanlarımızı geçip öyle gelmemizi söyledi. Fakat imtihanlarımız temmuz ayındaydı.
Dedeniz Şevket Günal 1888’de Hendese-i Mülkiye’den, babanız Yusuf Nazir Toğrol da 1922’de Mühendis Mektebi’nden mezun olmuş. Biraz onların hikâyesinden bahseder misiniz?
Dedem (annemin babası) Şevket Günal 1863 yılında Filibe’de doğmuş, ‘93 Harbi’nde ailesiyle birlikte Bursa’ya göç etmiş. Camide hesap dersi alırken hocalarının tavsiyesiyle Hendese-i Mülkiye mektebine girmiş ve 1888 yılında mezun olmuş. Babam Yusuf Nazif Toğrol 1892’de İstanbul’da doğmuş, 1910’da Mühendis Mektebi’ne girmiş, Balkan Savaşı sırasında mektep kapanmış, savaş bitince yeniden açılmış. Birinci Dünya Savaşı başlayınca da askere alınmış ve dönünce 1922 yılında inşaat mühendisi olarak mezun olmuş.
Dedem ve babam mühendis olduğu için konuşulan konular da hep mühendislikle ilgili oluyordu. Babam, Karayolları’nda çalışırken boyuna dolaşırdık. Lise bittiği zaman Muğla ve Hakkâri hariç tüm detaylarıyla bütün Türkiye’yi görmüştüm. Biz o zaman Ankara’da yaşıyorduk.
İTÜ’yü tercih etmenizde onların bir etkisi oldu mu?
İnşaat mühendisliğini baba mesleği olduğu için değil ilgi duyduğum için seçtim. Aslında mimar olmak istiyordum. Onun için de İTÜ’de inşaat mühendisliği okurken aynı zamanda Londra Üniversitesi’nin mimari bölümüne mektup talebesi (external student) olarak kaydoldum. Bir taraftan inşaat mühendisliği eğitimi görürken bir süre de mimari bölümüne devam ettim.
İTÜ’deki öğrencilik yıllarınız nasıl geçti? O dönemden neler hatırlıyorsunuz?
Mühendisliğe girince İstanbul’a ilk defa 1950’de geldim. O zamanlar Taksim’de sadece ahşap bir karakol bulunuyordu. Gümüşsuyu Yurdu’nda kalmaya başladık. Gümüşsuyu Yurdu da Taksim Belediye Gazinosu’nun hemen yanındaydı. Saat sekiz falan olduğunda biz yattığımız yerden hep müzik dinlerdik. O zamanın bütün meşhur şarkıcılarını dinlemişizdir. Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Necmettin Erbakan da yurtta kalıyorlardı.
“Mühendisliğe girince İstanbul’a ilk defa 1950’de geldim. O zamanlar Taksim’de sadece ahşap bir karakol bulunuyordu. Gümüşsuyu Yurdu’nda kalmaya başladık. Gümüşsuyu Yurdu da Taksim Belediye Gazinosu’nun hemen yanındaydı. Saat sekiz falan olduğunda biz yattığımız yerden hep müzik dinlerdik.”
Öğrencilik döneminizde yaz tatillerinde pek çok şantiyede çalışmış, yurtiçi ve yurtdışı gezilere katılmışsınız. Bu deneyimler size neler kazandırdı? Öğrencilere bu konuda neler tavsiye edersiniz?
Daha 16 yaşımdayken Talebe Federasyonu’nun düzenlediği bir Avrupa gezisine katıldım. Ankara Vapuru’yla önce Pire ve Napoli’ye, oradan da Stuttgart ve Münih’e gittik. Hiç unutmuyorum, sonra buz gibi bir vagonla Paris’e geçtik. Paris’te Cité Universitaire’den Nice’e indik. Oradan Tarsus Vapuru’yla döndük. Çok düşük bir ücret karşılığı ben Akdeniz turu yapmış oldum. Bir yaz İngiltere’ye dil okuluna gittim. Orada “Sen İngilizce biliyorsun, sana fonetik öğretelim” dediler. Çok yararlı bir eğitim gördüm. Britanya’nın en güzel yerlerindeki gençlik yurtlarında kalarak, Cambridge’den başlayıp, doğu kıyısı boyunca Edinburgh, sonra batı kıyısı boyunca, İskoçya, Galler ve Güney İngiltere’yi gezdim. Sonra 3. ya da 4. sınıftayken bir staj ilanı gördüm. Batı İngiltere, Galler’de Freeman Fox&Partners denilen meşhur bir firmanın hidroelektrik santralı projesinde çalıştım. Ben orada mühendisliği gördüm, bana çok büyük faydası oldu.
Ertesi yıl Almanya’ya gittim ve Türkiye’de de çok iş yapmış olan Hochtief firmasının proje ofisinde çalıştım. Orada başmühendis sana bir proje veriyor; mesela Bochum’a bir tünel yapılacak diyelim. Almanya’daki bütün tünellerin kesitlerini (aşağı yukarı 100-150 kesit) ressama üst üste çizdirdikten sonra kurşunkalemle ortalama bir kesit hesaplaması yaptırdı. Bu hesaplamayı yaptıktan sonra projeyi verdik.
“Doktora tezim, Türkiye’de yapılan ilk deneysel doktoradır. Sabah sekizde laboratuvarda çalışmaya başlayıp gece üçte bitirip, karşı taraftaki evime geçiyor sonra yine sabah sekizde işe başlıyordum. Doktora tez sınavımda Prof. Dr. Hamdi Peynircioğlu, Prof. Dr. Mustafa İnan ve Prof. Dr. Bekir Postacıoğlu vardı. 45 dakikalık sınav 2 saat 45 dakika sürdü.”
Venezuela’da Maracaibo Köprüsü için 40 tane teklif hazırladık, gerçi bu tekliflerin 40’ını da kabul etmediler ama 40 teklif hazırlayarak böyle bir sistemin nasıl yapılacağını incelemiş oluyorsun. Onu da yaptıktan sonra Türkiye’ye döndüm ve üniversiteden mezun oldum. O nedenle benim mezuniyetim biraz geçtir. Sonra askere gittim. Askere gidene kadar 6 ay PTT İnşaat Müdürlüğü’nde çalıştım.
Mezuniyet sonrası Cambridge Üniversitesi döneminiz başlıyor. Cambridge’i tercih edişiniz, orada edindiğiniz tecrübeler ve geri dönüşünüzle ilgili neler söylersiniz?
Askerliği bitirdikten sonra Cambridge Üniversitesi Mühendislik Bölümü’ne başvurdum. Mühendislik Bölümü’ne ve Cambridge’in en eski koleji Peterhause’a kabul edildim. İngiltere’ye gidip gelirken akademik ortamı ve insanları sebebiyle Cambridge’e gitmeye karar vermiştim. Cambridge çok farklı bir yer, Fransa’dan ya da Amerika’dan çok farklı. Ufak bir üniversite şehri. Cambridge, birçok açıdan bana çok şey kazandırdı. Oraya gittiğimde hoca bana üç kitap vererek “Bu kitapları okumayan hiç kimse burada araştırma yapamaz!” dedi. Kitaplardan biri Hamdi Peynircioğlu’nun doktora teziydi. Hamdi Peynircioğlu’nun Berlin Üniversitesi’nde yaptığı doktora, sonradan Cambridge Üniversitesi’nde yapılan doktoraların başlangıcı sayılır ve zemin mekaniği fikri o zaman orada gelişmiş, yani temellerini Peynircioğlu atmış. Kitaplardan biri de Horselev’in kitabıydı. Bu kitapları, zemin mekaniğinin başlangıcı nereden başlıyorsa öğrenciyi de oradan başlatmak üzere okutuyorlar. Çelik yapılar alanındaki son gelişmeleri de Cambridge’de öğrendim, zemin mekaniği alanındaki araştırmalarda görev aldım.
Geri dönüşüme gelecek olursak, belirli bir süreden sonra Cambridge’de kalabilmek için para ödemek gerekiyor. O nedenle döndük ve ben İTÜ’ye başvurdum.
Eşiniz Prof. Dr. Beğlan Toğrol ile de Cambridge’de tanışmışsınız…
Beğlan Hanım, psikoloji ve güzel sanatlar mezunu, İstanbul Üniversitesi ‘deneysel psikoloji’ profesörü, ayrıca renk üzerine çalışmalar yapmış. Cambridge’de tanışıp evlendik. Düğün törenimiz de Cambridge’de oldu. Beğlan Hanım, evlendikten sonra ‘fellow’ oldu.
Türkiye’ye dönünce Zemin Mekaniği Kürsüsü’ne asistan oluyorsunuz. Bu döneme ilişkin neler söyleyebilirsiniz? Üniversite ortamı nasıldı, hangi hocalar sizi etkiledi?
İstanbul’a dönüp Zemin Mekaniği Kürsüsü’ne asistan olmak üzere başvurduğum gün Ord. Prof. Dr. Ing. Hamdi Peynircioğlu ile görüşürken 114, 115 sayılı kanunların yayımlandığını, 147 öğretim üyesinin üniversite ile ilişiğinin kesildiğini, rektörler ve dekanların istifa ettiğini, yeni kanun nedeniyle yönetmeliklerin değişeceğini öğrendik. Bu nedenle üç ay atanmadan devam ettim, doktora çalışmalarına başladım. İTÜ’de çok değerli iki hocam oldu. Bunlardan birisi doktora hocam Hamdi Peynircioğlu, diğeri de Mustafa İnan’dı. Doktora imtihanım da beni çok etkilemiştir. Doktora tezim, Türkiye’de yapılan ilk deneysel doktoradır. Sabah sekizde laboratuvarda çalışmaya başlayıp gece üçte bitirip, karşı taraftaki evime geçiyor sonra yine sabah sekizde işe başlıyordum. Doktora tez sınavımda Prof. Dr. Hamdi Peynircioğlu, Prof. Dr. Mustafa İnan ve Prof. Dr. Bekir Postacıoğlu vardı. 45 dakikalık sınav 2 saat 45 dakika sürdü. Oradaki tartışmalar da doçentlik tezimin konusunu belirledi.
İTÜ’de profesör olarak görev yaparken 1 Mayıs 1982’de hiç beklemediğiniz bir telefon geliyor ve Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atandığınız söyleniyor. Ama aslında siz bu görevi hiç istemiyorsunuz…
Bizim zamanımızda profesör ataması Milli Eğitim bakanı, başbakan ve cumhurbaşkanının imzasıyla yani üçlü kararname ile yapılır ve Resmî Gazete’de yayımlanırdı. Profesörlük o zaman çok itibarlı bir şeydi. İTÜ’de profesör olarak görev yaptığım dönemde bir gün İhsan Doğramacı’dan bir telefon geldi, “Sizinle üniversite hakkında görüşmek istiyorum” dedi. Ben de o zaman “Yeni kanun yapılıyor, herhalde onunla ilgilidir” diye düşündüm. Sonra görüştük, “Seni Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak düşünüyoruz” dedi. Ben, bu teklifi kabul edemeyeceğimi söyleyerek reddettim. “Nasıl olsa reddettim” diye de rahattım.
“Avrupa Konseyi Yükseköğretim Komisyonu’nda 5 yıl görev yaptım. Bu görev nedeniyle Avrupa Konseyi toplantılarına da giriyordum. O toplantılara girdiğiniz zaman karşınıza bazı pürüzler de çıkıyor, çünkü alınan kararlar hep siyasi. Komisyon üyesi olarak pek çok ülkeye gittiğimiz için Avrupa rektörlerinin hepsini tanıdım. Orada görev yaparken Balkan Rektörler Birliği’ni kurdum, başkanlığını yaptım.”
Sonra aynı ay içinde mayısın 20’sinde o zamanki BÜ Rektörü Semih Tezcan, bizleri davet ettiği bir toplantıda kulağıma eğilip “Hâlâ hayır mı diyorsun” diye sordu. Ben de “Evet, kesin olarak düşünmüyorum” dedim. Bunu anlatınca inanmıyorlar. Sonra Resmî Gazete’de rektörlüğe atandığıma dair karar yayımlandı. Uzun süre “İstifa mı etsem” diye düşündüm, fakat diğer tarafta askeri idare de var ve etrafımdaki herkes “Yapma” diyor. İşin komik tarafı ben bütün hayatım boyunca dekan bile olmadım, çünkü idari görev istemiyordum. Ancak yaz aylarında herkes tatile gittiği zaman ben yönetim kurulu üyesi olarak idareyi üstlenirdim. Sonra kabul etmek zorunda kaldım ve BÜ’ye 10 sene boyunca rektör oldum. O zaman rektörlük süresi 5 yıldı, 1982-1992 arası iki dönem rektörlük yaptım.
BÜ Rektörlüğü döneminde Avrupa Konseyi Yükseköğretim Komisyonu’na da üye seçilmişsiniz…
O sırada Avrupa Konseyi Yükseköğretim Komisyonu üyesiydim. Avrupa’daki 25 rektör zaman zaman Amerika’ya gider, oradaki 25 rektörle üniversitelerde neler yapılıyor diye notlarımızı değiştirirdik. Her üniversitenin kendine özgü problemleri var. O zaman şöyle bir durum anlatmışlardı: Hamburg Üniversitesi Rektörü’nün oğlunun mezuniyet töreni varmış, o gün için uçak biletini ayarlamış gidecek. Fakat o sırada öğrenciler kapıya gelip “Boykot yapıyoruz!” demişler. Bize problem olarak sorulan soru şu oldu: Böyle zamanlarda ne yapmak lazım, önceliğiniz ne olmalı? Buna benzer durumlar orada yuvarlak masada tartışılırdı. Tabii bu da insana çok şey kazandırıyor. Avrupa Konseyi Yükseköğretim Komisyonu’nda 5 yıl görev yaptım. Bu görev nedeniyle Avrupa Konseyi toplantılarına da giriyordum. O toplantılara girdiğiniz zaman karşınıza bazı pürüzler de çıkıyor, çünkü alınan kararlar hep siyasi. Komisyon üyesi olarak pek çok ülkeye gittiğimiz için Avrupa rektörlerinin hepsini tanıdım. Orada görev yaparken Balkan Rektörler Birliği’ni kurdum, başkanlığını yaptım. Bu görevlerim süresince her zaman bazı şeyleri yoluna koyma fonksiyonu üstlendim.
“Dışarıya çıkmak için izin aldığın üniversite mi daha özerk yoksa almadığın üniversite mi? Bazı hocalar da özgürlük ve özerkliği “Her istediğimizi yapabiliriz” şeklinde algılıyorlar, böyle bir şey dünyanın hiçbir yerinde yok. Cambridge’de bile bir yere giderken hocadan izin alıyorsun (yemeğe giderken bile). Araştırma konusu bağlamında da başkasının testisini devirmediğin sürece özgürsün.”
Boğaziçi Üniversitesi’nde 10 yıl görev yaptıktan sonra İTÜ’ye döndünüz. Dönünce nasıl bir ortamla karşılaştınız?
O süreçte İnşaat Fakültesi dahil pek çok fakülte İTÜ’nün Ayazağa Kampüsü’ne taşınmıştı. Maalesef taşınma sürecinde çok şey kaybolmuş, çalıştığımız laboratuvar yok olmuş, aletleri vb. çok şey bozulmuştu. Ben de artık o konularla meşgul olmadım. Rahmetli Hamdi Peynircioğlu, “Taşkışla ve Mimarlık Fakültesi’ni bırakın, orası tarihi bir şehir üniversitesi olarak kalsın. Yeni kampüse yeni bir üniversite yapın” diyordu. Bunu yapmak yerine hepsini birbirine karıştırdılar. Mesela biz mimarlık talebeleriyle yakındık ve eğitim-öğretimle ilgili birçok konuda ortak çalışmalar yapıyorduk. Taşınmadan sonra bu kesintiye uğradı. Aslında taşınma, bizim üniversitenin yıkımı olmuştur. Tabii bu taşınma, üniversitenin daha geniş bir sahaya yayılması için yapıldı. Öğrenci sayısının arttırılması problem değil, bunun dışında üniversitelerin birtakım sosyal tesislere, matbaaya vb. birçok müstakil birime de ihtiyacı var. Bunların hepsini aynı binaya koyamazsınız.
Yükseköğretimin ihtiyaçlarını yakından bilen, bunu farklı boyutları ile deneyimlemiş ve dünyadaki yükseköğretim tartışmalarını takip etmiş bir isim olarak akademik özgürlük ve özerklik ideali hakkında ne söylersiniz?
1986’da çok sayıda Avrupa üniversitesi rektörünün imzaladığı ve benim de imzalayanlar arasında bulunduğum ‘Akademik Magna Carta’da üniversitelerin görevinin bilgiyi yaymak, topluma hizmet sunmak, üniversiteye katılacak öğrencilerin eğitimine katkıda bulunmak olduğu kaydedilmişti. Araştırma ve öğretim özgürlüğünün korunması, üniversitelerin temel görevleri arasındadır.
Özerklik ile özgürlük ayrı şeyler. Türkiye Cumhuriyeti anayasası müsaade ettiği sürece herkes özgürdür. Anayasa sınır koyduğu zaman özgür değilizdir. Bunun üniversiteyle bir alakası yok. Üniversite özgür ve özerk olacak değil. Özgürlüğü sağlamak devletin işidir. Devlet eğer insanı özgür yapmazsa onun kıymeti yoktur. Bunu başka üniversitelerle karşılaştırmanın da bir anlamı yok. Yurtdışında ya da içindeki başka bir üniversitenin özgürlüğünü kimse takdir edemez. Hangisi daha özerk? Dışarıya çıkmak için izin aldığın üniversite mi daha özerk yoksa almadığın üniversite mi? Bazı hocalar da özgürlük ve özerkliği “Her istediğimizi yapabiliriz” şeklinde algılıyorlar, böyle bir şey dünyanın hiçbir yerinde yok. Cambridge’de bile bir yere giderken hocadan izin alıyorsun (yemeğe giderken bile). Araştırma konusu bağlamında da başkasının testisini devirmediğin sürece özgürsün.
Bir üniversitede eğitim kalitesinin sürdürülebilirliği nelere bağlıdır? Sürdürülebilirliği hangi açılardan ele almak gerekir?
Bir üniversitenin sürdürülebilirliği olmaz. O üniversitenin devamı yahut yaşaması, yaşarken de sürekli gelişmesi lazım. Aynı sistemi sürdürürken gelişme sağlanamaz. Gelişme sağlamak için yakıt lazım. Bunun için de önce üniversitenin çalışma sistemini rehabilite etmek, ikinci olarak da araştırma konularına önem vermek ve araştırmacı yetiştirmek lazım. İnsanlar araştırmadığı takdirde hiçbir gelişme olmaz. Araştırma yöntemini ayrıca okutmak, bunun eğitimini de vermek lazım. Araştırma nasıl yapılır, iyi istatistik nasıl yapılır bunları öğretmek lazım. Burada sonuçta çıkarılacak şey bir üründür, araştırma sonucudur. Araştırma sonucunun makul ve akla yatkın olması lazım. Yapılan işin sonucunda birtakım rakamlar bulup ortaya koymak gerekir. Araştırma, kolay iş değildir.
Yapıcı bilimlerin yeteri kadar serbest olması lazım. Şimdi üniversitede 35 bin öğrenci var, bu 35 bin öğrencinin hepsini aynı tavaya koyduğun zaman hepsi istediğin gibi mimar, mühendis olamıyor. Yurtdışında, proje yapan bir mimarın yetişmesi için 10 sene gerekiyor. 10 sene geçmeden proje yapamıyorsun. İyi bir üniversitenin öğrenci sayısının ise 8 bini geçmemesi gerekiyor. Onun için önce yönetici yetiştirmek lazım. Talebeleri, çalışanları, hocaları seven yöneticiler lazım. Mesela sen bir kitap yazmayı düşünüyorsun ama karşındaki kişi “Bu kitabı basmam” diyor. Bunu değerlendirecek ve bu işi yapacak insanlar lazım. Rektörün, senatonun bilgili kişilerden oluşması gerekir.
Bir defa üniversite çok kalabalık ve kalabalık üniversitenin problemleri çok. Rektörle, dekanla tanışan, konuşan kaç öğrenci var? İdarecilerle öğrencilerin daha çok iletişim kurması gerekir. Tüm bunların ötesinde bu işleyişi değerlendirecek kişiler de lazım.
Bizde maalesef üniversiteleri kimse tanımıyor, ne olduğunu bilmiyor. Liseden sonraki bu eğitim müessesesi büyük fedakârlık istiyor. Kimya Bölümü’nde bir profesörün odasını girdim, kitaptan geçilmiyor. Şimdikilerin odasına gidiyorsun bomboş, ne kitabı ne bir notu var. Bu da gösteriyor ki bir yozlaşma, sistemde bir bozulma var. Neden böyle oluyor? Çünkü merakımız azalıyor. Artık eskisi kadar meraklı değiliz.
“Aynı sistemi sürdürürken gelişme sağlanamaz. Gelişme sağlamak için yakıt lazım. Bunun için de önce üniversitenin çalışma sistemini rehabilite etmek, ikinci olarak da araştırma konularına önem vermek ve araştırmacı yetiştirmek lazım. İnsanlar araştırmadığı takdirde hiçbir gelişme olmaz. Araştırma yöntemini ayrıca okutmak, bunun eğitimini de vermek lazım.”
Bu merak nasıl kazandırılır? Kime sorumluluk düşüyor?
Eğitim ve merak duygusu ilkokulda başlar. İngiltere’de öğrenciler zekâ seviyelerine göre belirlenip ilkokula alınıyor. Eğer zekâ seviyesi düşükse alt sınıfa, yeterliyse yukarı sınıfa alınıyor. Bazı konularda sınıflandırma lazım. Orada merakı uyandırıcı bilgiler içeren çeşitli dergiler var. Bütün mesele merak. Bu merakı uyandırıcı şeyler için dergi vb. okumak gerekiyor. Bizde bilgi imtihanı yapılıyor, bilgisi yeterliyse istediği okula giriyor. Örneğin bir mühendislik dergisinde sürtünme kanununu meşhur ressam Leonardo da Vinci’nin bulduğuna dair bilgiler görüyorum. Merak uyandırsın diye dergiye yazmışlar. Sürtünme ile ilgili dersi veren hocaların kitaplarında bu yazmıyor. Mimar Sinan’ın da benzer buluşları var. Ama o eski kitapları okuyacak kaç kişi var? Bizler eski yazıyı anlamıyoruz, oysa orada o kadar çok şey var ki! Üniversitelerin merak uyandırıcı bilgiler içeren yayınlara öncülük etmesi, böyle yayınlar çıkarması lazım.
‘İTÜ geleneği’ sizlerin kuşağı için büyük önem taşıyor. Bu gelenek günümüze aktarılabildi mi?
Bizim Teknik Üniversite geleneğini tekrar canlandırabilmemiz için çok çaba göstermemiz gerek. Biz okuldayken fakültenin deney aletlerinin yapımı için atölyesi vardı, okul taşınınca İnşaat Fakültesi’nin atölyesi kalmadı.
Biz İnşaat Fakültesi’nde kendi ölçümlerimizi yapabilmek için zemin hareket ederken, zemin yüzeyine düşey ve yüzeysel olarak gelen kuvvetlerin değerini hesaplamak için kibrit kutusu büyüklüğünde bir ölçme aleti yapmıştık. O aleti camın içerisine yerleştirerek ölçüm yapıyorduk. Bu 6 mm’lik camı kestirmek için atölyede ultrasonik testereyle önce delikler deliniyor, ondan sonra başka işlemler yapılıyor vs. Bunu ben bir ustaya tarif etsem yapamaz. Oysa laboratuvarın yanında böyle bir atölye olursa sen o zaman deneysel alet/deney aleti yapabilirsin. Teknik Üniversite’nin tarihinde var bu. Bizde şimdi deney aleti yok, olsa da kullanacak insan yok, deney yapsan onu değerlendirecek kimse yok. Bunlar olmadan araştırma da beklenemez. Bunlar çok kolay işler değil. Biz deneysel çalışma yapamadığımız sürece hep geri kalırız. Deneysel çalışma yapmanın kendine göre büyük bir erdemi var ve bu bilimsel geleneğin de aktarılması gerekir.
İki önemli eksik var. Birincisi, biz eğitim konusunda çok geriyiz. Üniversitenin kaç kitabı var? Ben kütüphaneye girmek istesem giremiyorum. Kaç kitabı olduğunu sorduğumda kimse bilmiyor. İsmini de Mustafa İnan Kütüphanesi koymuşuz. Kitabın da ötesinde bilginin erişilebilirliği önemli bugün. Kitabın da önemi azaldı.
Harvard Üniversitesi’nin bodrum katı bilgisayardan geçilmiyor. Hocalar, herkes gelip bunlardan yararlansın diyerek notlarını bilgisayar ortamına aktarmışlar. Kimse hocalarının kitaplarını satın almıyor. Herkes gelip burada okuyor, demek ki iletişim bugün artık farklı boyutta, sadece kitap sahibi olmak yetmiyor. İkinci olarak da pratik nasıl sağlanacak? Pratik sağlanması için de atölye/laboratuvar şart.
Üniversiteler mezunlarıyla nasıl bir bağ kurmalı ki onların katkısını, desteğini alabilsin?
Aslında mezunlar her zaman üniversiteye destek vermeye hazır, yalnız onlarla arayı soğutmamak lazım. Bunun için öncelikle mezunlara lokal sağlamak gerekli. Mezun-üniversite ilişkileri açısından mezun dernekleri de oldukça önemli. Mezunların özel faaliyetlerde de bulunması örneğin burslar, yarışmalar gibi etkinliklerde yer alması büyük önem taşımakta… Mezunları muhakkak aktive etmek gerekir. Her mezun da kolay kolay aktive olmaz, onun için mezunların birlikte hareket edecekleri topluluklar oluşturmak; onlarla konuşmak, anlaşmak hatta problemler vermek lazım. Mezunları meşgul etmenin kendine göre usul ve adabı var, mühim olan onların katılımını sağlamak.
“Bizde şimdi deney aleti yok, olsa da kullanacak insan yok, deney yapsan onu değerlendirecek kimse yok. Bunlar olmadan araştırma da beklenemez. Bunlar çok kolay işler değil. Biz deneysel çalışma yapamadığımız sürece hep geri kalırız. Deneysel çalışma yapmanın kendine göre büyük bir erdemi var ve bu bilimsel geleneğin de aktarılması gerekir.”
Akademik yaşantınız ve yöneticilik sorumluluğunuz devam ederken meslekle bağınız hiç kopmamış ve pek çok inşaat projesinde yer almışsınız.
Akademik ve yöneticilik yaşamım boyunca mesleğimle ilgimi hiç kesmedim. STFA şirketinin pek çok projesi, İskenderun Mendireği, Alsancak Mendireği, yeni Galata Köprüsü zemin incelemeleri ve yapımı başta olmak üzere çok sayıda projede emeğim geçti. Yurdumuzda yapılan birçok projede görev aldım. Her proje benim için yeni bir tecrübe oldu. Zemin Mekaniği ve Geoteknik Mühendisliği alanında birçok öğrenci yetiştirdim. Onların mesleki gelişmeleri ve çalıştıkları projelerle ilgili haberleri duydukça çok mutlu oluyorum.
Ülkemiz her depremde büyük yıkımlar yaşıyor. Pek çok defa deprem yönetmeliği hazırlandığını siz de belirtiyorsunuz. Bir zemin mekanikçisi olarak yaşadığımız sonuçları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Temelin sağlam zemine oturmaması problem oluşturuyor. Örneğin Küçüksu Kasrı derenin ağzında olduğu için sağlam zemin derinliği farklılık gösteriyor (bir tarafta 16 m, bir tarafta 7 m). Yapı, bu durum hesaba katılmadan yapıldığı için 17 cm’lik oturma meydana gelmişti. Bu oturmaları tedavi etmek için iki tarafına temeller yaptık ve bu temellerin altına Jet Grout kolonları koyduk, yani daha derin temeller yaptık ve böylece bütün sistemi sağlam bir tabana oturttuk.
Kazakistan’da Ahmet Yesevi Türbesi, 35 metre yüksekliğinde tuğla bir bina fakat temeli yok. Temel yerine 15-20 cm yüksekliğinde taş koymuşlar. Bu türbeyi restore etmemizi istediler. Temellerin iki tarafına taşıyıcı beton duvarlar yaptık. O duvarların altına da aşağıdaki sağlam zemine inen Jet Grout kolonları koyduk ve bütün binayı yeni baştan restore ettik. Her yerde yapılan bir şey değil ama deprem riski taşıyan yerlerde bunu yapmak lazım.
İTÜ DERGİSİ
‘İTÜ Dergisi’nin yayın hayatına başlamasını sağlayarak uzun yıllar genel yayın yönetmenliğini yaptınız. Bu derginin hikâyesini anlatır mısınız? Bu yayın sonra neden kesintiye uğradı? Hakemli bir dergi bilimsel atmosfer için ne ifade eder?
Seneler önce İTÜ’de ARI Dergisi yayımlanırdı. Dergi, Türkçeydi ve biz de bu dergiye makale yazardık. Hamdi Peynircioğlu’nun doktora tezi de Türkçeye çevrilmiş olarak bu dergide yayımlanmıştı. Sonraki yıllarda biz daha gelişmiş bir şey yapalım istedik ve 2002 yılından itibaren İTÜ Dergisi’ni yayımlamaya başladık. Temel hedefimiz nitelikli bir bilimsel dergi çıkarmak ve bu hedef doğrultusunda İTÜ Dergisi’nde ‘makaleler’, İTÜ’de yapılan doktora çalışmaları ve araştırma projeleri sonuçlarından yararlanılarak hazırlanan ‘makaleler’, sonuçlarının hızla duyurulması istenilen çalışmaları tanıtan ‘teknik notlar’ ve ‘okuyucu mektupları’nı yayımlamaktı.
Dergiye gönderilen makaleler hakem denetiminden geçiyor, doktora çalışmalarından hazırlanan makaleler ise doktora adayı ve tez yöneticisinin ortak eseri olarak dergide yer alıyordu. Dergiyi yayına hazırlarken beklentimiz, derginin kapsadığı bilimsel ve mesleki konularda yazılmış nitelikli yazılara, ilgi duyan herkesin erişebilmesiydi.
Bu hedefle İTÜ Dergisi:
Seri A: Mimarlık, Planlama, Tasarım
Seri B: Sosyal Bilimler
Seri C: Fen Bilimleri
Seri D: Mühendislik
Seri E: Su Kirlenmesi Kontrolü
olmak üzere 5 seri şeklinde uzun yıllar yayımlandı. Seri A, Seri B ve Seri E yılda 2 kez; Seri C yılda 1 kez ve Seri D yılda 6 kez basılmaktaydı.
İyi bir hakemli dergi çıkarmak biraz masraflı bir iş. Sonraki yıllarda üniversite bütçe ayıramadığı için bu dergileri yayımlayamadık. Her üniversitede mutlaka hakemli dergi olması da gerekmiyor.
İngiltere’de Royal Society’nin yayınları var. Büyük ve güçlü makaleler Royal Society’de yayımlanır. Bunun üniversiteyle bir ilgisi yok; bu, devletin bir hizmeti.
Türkiye’de İnşaat Mühendisliği Tarihi
Prof. Dr. Ergün Toğrol’un pek çok kaynağa dayanarak hazırladığı ‘Türkiye’de İnşaat Mühendisliği Tarihi’ kitabı 2021 yılında yayımlandı.
İnşaat mühendisliğini tarihsel bir perspektiften ele alan bu değerli kaynak kitap şu bölümlerden oluşuyor:Tarihçe, Medrese, İyileştirme Çalışmaları ve Tepkiler, Osmanlı’da Devlet Yönetimi, Donanma ve Tersaneler, Mühendishane-i Bahri-i Hümayun (1773), Mühendishane-i Berri-i Hümayun (1795), Hendese-i Mülkiye Mektebi (1884-1909), Mühendis Mektebi (1909-1928), Hendese-i Mülkiye Mektebi ve Mühendis Mektebi’nin Binaları, İstiklal Harbi, Türkiye Cumhuriyeti, Yüksek Mühendis Mektebi (1928-1944), İstanbul Teknik Üniversitesi (Kuruluş: 1944), İkinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı’ndan Sonra Türkiye, İnşaat Mühendisleri Odası, Günümüzde İnşaat Mühendisliği, Yarının Mühendisliği.
Röportaj: Hatice Yazıcı Şahinli – Nazlı Varlıer Erdoğan