Poiesis, tek başına yapma, meydana getirme anlamına gelse de Platon terminolojisinde yapma ve olmayı bir arada iç içe tutar. Her yapma/olma pratiği bireydeki dönüşümü mümkün kılar. Dolayısıyla sınırsız bir değişim imkânı açılır.
Tasarım nesnesi, hem fikriyat hem fiiliyat olarak hem de bitmiş ürün ölçeğinde, o ürünün varoluş amacının temelinde yatan esas kavramın temsilidir. Dolayısıyla tariften de anlaşılacağı üzere bir temsiller hiyerarşisi içerir. Bu temsiller hiyerarşisini anlayabilmek için, öncelikle içinde medeniyeti tesis etmeye çalıştığımız paradigma analiz edilmelidir. Bunun için de Batı medeniyet tarihinin kırılma noktası sayılabilecek bir zaman dilimine bakış atmak gerekecektir ancak hem konunun genişliği hem de farklı disiplinlerde uzmanlık gerektirdiği için konu sadece bir özet olarak sunulacaktır.
MÖ 380-390’larda felsefeyi bir eğitim formu haline getiren düşünür Platon, kendinden önceki iki ünlü düşünür olan Parmenides ve Herakleitos’un düşünce sistemlerini, kendi ustası Sokrates’in diyalektik metodolojisini kullanarak harmanlamış ve kendi adıyla bilinen diyaloglarında bunları anlatmıştır. Bu eğitimde ustanın mahareti çırakta bir sahne değişimine yol açar ve saklı olanın açılması olarak hakikat, eğitimdeki öğrenci tarafından temaşa edilir. Bu süreci mümkün kılan şey Platon’un birçok diyaloğunda bahsi geçen Poiesis faaliyetidir. Poiesis, tek başına yapma, meydana getirme anlamına gelse de Platon terminolojisinde yapma ve olmayı bir arada iç içe tutar. Bu ontolojik faaliyet biçimi bireyi ‘kuvve’ (imkân) halindeki potansiyelinin yaşam içerisinde açığa çıkarma pratiğidir ve doğrudan eğitim sürecindeki bireyin deneyimine dayanır. Her yapma/olma pratiği bireydeki dönüşümü mümkün kılar. Dolayısıyla sınırsız bir değişim imkânı açılır. İşte yukarıda bahsi geçen kırılma noktası tam bu noktada gerçekleşir.
Ancak Platon’un ‘Akademi’sinde 20 yıl öğrenciliğini yapmış olan bir diğer ünlü düşünür Aristoteles, ustasının bu dönüşüm imkânını iptal eder. Poiesis kavramının açtığı mükemmeliyete erişim imkânını, bireyi can veya nefsinden (‘psukhé’sinden) sıyırmak suretiyle bedenine tahvil ederek ortadan kaldırır. Bunu yapabilmek için de Platon nazariyatının temel yapı parçası olan mahiyet/ne’lik (eidos) kavramını ‘form’a indirger ve değişime tabi bir oluş fikrinin bir kategorisi haline getirir. ‘Poietik’ yapma/olma faaliyetini de teori ve pratik ayrımına tabi tutarak iptal eder. Dolayısıyla bireyin doğrudan hakikate temas etme imkânını da sonlandırmış olur. Böylece teorik erdemler ve pratik erdemler tekrar bir araya gelemeyecek bir şekilde ayrılmış olur. Varlığı dört temel nedenle (maddi neden, ereksel neden, etken/fail, biçimsel neden) (Heidegger, çev. 2010) sabitledikten sonra sistemini izole eder. Aynı gerekçelerle mantığında üç temel ilkesini (özdeşlik, çelişmezlik, üçüncü seçeneğin imkânsızlığı) (Heidegger, çev. 2015) tesis edince geriye medeniyeti bu görünen -el altındaki- dünya üzerine kurmak kalır. Tüm bu yapının köküne de hareket etmeyen hareket ettirici bir kuvveti tüm bu sistemin etken ve -kendinde- ereksel sebebi olarak yerleştirir. Daha sonra aynı taksonomik eğilim devam eder, görünen her şey (yapay veya doğal) parçalanarak anlaşılmaya ve sınıflandırılmaya başlanır. Doğa bilimleri bu yapı sayesinde gelişir. Dünya üzerinde bulunan ve yaşam sahnesini açan her şey, nicelikleri üzerinden tanımlanır. Buradan da bilim çıkar ve koca bir medeniyet böylece tesis edilmiş olur.
Yukarıdaki tespite katılmak için Platon felsefesine aşina olmak da gerekmemektedir. Tek gereken, unutulan hakikat yerine gerçeklik kavramının ikame edildiğinin sezilmesidir. Önemli olan, gerçekliğin deterministik zihin gereği nedenselliğe -dolayısıyla değişime- tabi olduğunu, yani hakikatin ‘pseudo’su olduğunu, oysa hakikatin zaman ve mekânın mevhumlarının dışında olduğunu, bu yüzden de değişime tabi olmadığını fark etmektir. Meselenin kaynağı, Platon düşüncesindeki hakikat kavramının gerçekliğe indirgenerek özünü yitirmesi ve unutulmasıdır. Bu durumda bahsi geçen hakikat kavramının ne olduğu sorulabilir.
“Poiesis, tek başına yapma, meydana getirme anlamına gelse de Platon terminolojisinde yapma ve olmayı bir arada iç içe tutar. Her yapma/olma pratiği bireydeki dönüşümü mümkün kılar. Dolayısıyla sınırsız bir değişim imkânı açılır.”
Hakikat, (Platon düşüncesinde); olanın/varlığın, onu mümkün kılan cevherle (ousia) birlikte (yani bir birlik halinde-kendisine mündemiç olarak) müşahede edilmesidir. Müşahede eden fail (fiilin çift yönlülüğü gereği) müşahede edilende kendini görür ve bu yolla kendi varlığını hakikate çıkarır. Bu durum ancak failin bireysel deneyimiyle mümkündür. İşte yine metnin başında tarif edilen ‘poiesis’ kavramı tam olarak budur (Haşlakoğlu, 2016). Yapma/meydana getirme ve olma, bir bilgi sürecidir. Dolayısıyla yapmak-olmak-bilmek bir ve aynı şey anlamına gelir. Aristoteles teori-pratik ayrımını yaptığı an, bu olma bağlamını iptal etmiş olur (Baker, 2015).
Böylece insan kendi imkânlarını artık tanıyamaz hale gelir ve kendine yabancılaşır. Daha da önemlisi kendinden sonraki bilim yapma metodolojisini de bu şekilde tanımlamış olur ve 2500 yıl boyunca bu yolda devam edilir. Episteme’yi (bilgi) theoira’ya (teori) bağlar, praxis’i (pratik) ve poiesis’i (yapma fiili) de kendi içinde ayırır. Hepsinin erdemini de phronesis’e (sağduyu) bağlar. Böylece Etikhe’yi de ahlak’a indirger. Dolayısıyla Sokratik bilgelik iptal edilmiş olur. Bu konu burada açılamayacak kadar derindir ve başlı başına bir araştırma konusudur. Burada ancak bu özetle yetinmek gerekmektedir.
Metnin bizleri ilgilendiren kısmı bu girişten sonra anlam kazanacaktır. Çağdaş dil teorilerinin temelinde yer alan göstergebilimin altyapısı da işte böyle bir paradigmayı temel alarak yükselmiştir. Saussure ve Pierce gibi semioloji ‘teorisyenleri’, bu paradigmanın onlara tanımladığı düşünme kapasitesiyle ve aralığıyla kurarlar teorilerini. Metnin amacı bu teorileri kendi bağlamlarında eleştirmek değildir, nitekim bu pek de mümkün değildir çünkü kendi içinde oldukça tutarlıdır. Ancak metnin amacı; bu iki dilbilimcinin teorilerini temellendirdikleri paradigmanın sınırlarının, bu teorileri nasıl biçimlendirdiğini/kalıpladığını göstermektir.
Başlangıç itibariyle denilebilir ki; yukarıda bahsi geçen ve unutulan hakikat kavramı yerine tesis edilen gerçeklik dünyasında Saussure ve Pierce’in gösterge kuramları iş görür gibi görünmektedir. Fakat bu teorilerin ontik seviyede iş görüyor olmaları, ontolojik seviyede de çalışıyor olmalarını gerektirmez. Hakikate temas etmiyor olmalarının farkında olamadıkları için, gerçeklik ve genel kabul üzerinden iş görürler. Platoncu bir metafor kullanılarak denilebilir ki, ünlü mağara istiaresinde duvardaki gölgelerin tariflemesiyle ilgili sistem kurarlar.
Şimdi bu indirgemeci tutumun tasarım disiplininde yarattığı sorunlara nazar atmak gerekmektedir. Metnin ilk paragrafındaki tarife uyumlu olarak denilebilir ki tasarım, nesnesinde işlevinin kavramını yani ilk bakışta varlık amacını temsil eder. Örneğin işlevi düşmüş (bozulmuş-kırılmış) nesne hâlâ bu işlevin kavramının temsilini taşır. Dolayısıyla denilebilir ki temsil edilen, işlevin en saf haldeki varlık amacıdır. Şöyle ki; nesnenin varlığını gerekli kılan amaç, varlık nedeni olarak işlevidir. Ancak işlevini yitirse bile o hâlâ mesela ‘kırık masa’dır. İşlevini yitirmeden önceki isimle çağrılır. İkonik olarak sahip olduğu gösterge, gösterge dolayımı bozulmuş olmasına rağmen hâlâ ona yapışıktır. O halde nesnenin bütünlüğü bozulmuş olmasına (ve varlık amacını yitirmiş olmasına) rağmen, onu o yapan mahiyeti (eidos’u) o kırık/bozuk halinde bile tutulu kalır. Mahiyet/ne’lik (eidos), Platon düşüncesinde var olmuş olan ve olacak olan bütün masaları kendinde barındırdığı için masa kavramının hakikatidir ve tasarımcının önce bu kavramı temaşa etmesi gerekir. Ancak bu temaşa sırasında ortaya çıkan idrak/anlayış, sonuç ürüne iştirak eder ve onu masa kılar. Platon düşüncesinden 2300 yıl sonra Alman düşünür Kant’ın varlık için ‘kendinde şey’ ve ‘kendi için şey’ dediği budur (Kant, çev. 2015). Aristoteles’in kategorilerini devralan ancak onları nesnenin kategorileri değil de zihnin nesneyi değerlendirme kategorileri haline getiren Kant’a göre, nesnelerin ‘kendinde şey’liğine ampirik bilgi ile erişilmesi imkânsızdır. Dolayısıyla mahiyeti (eidos’u) temaşa imkânı bir kez daha kapatılır.
“Aristoteles’in kategorilerini devralan ancak onları nesnenin kategorileri değil de zihnin nesneyi değerlendirme kategorileri haline getiren Kant’a göre, nesnelerin kendinde şey’liğine ampirik bilgi ile erişilmesi imkansızdır. Dolayısıyla mahiyeti (eidos’u) temaşa imkânı bir kez daha kapatılır.”
Şimdi konuya yine göstergebilim teorisi açısından bakalım: Saussure ve Pierce’in gösterge sistemine bakıldığında görülecektir ki gösteren, zihnin soyutlama ve hafızanın çağrışım becerisinin bir ürünüdür ve bir arketip form yaratır. Bu arketip form, hem yaratılırken hem de kullanılırken nesne ile göstereni arasında bir bağı varsayar. “O bağ nasıl temin edilmiştir?” Bu soru önemlidir çünkü o bağ vasıtasıyla gösteren ve nesne arasında bir köprü kurulur. Daha önce de bahsi geçen Kant düşüncesinde görüldüğü üzere, nesnenin kendisi, ‘kendinde şey’, zihnin kategorilerinden ayrı olduğu için zaman ve mekân (algının saf kavramları) içinde de değildir. Dolayısıyla zaman ve mekânda algılanan (aesthesis) nesneler, oluşa ve değişime tabi olarak bizlere nesnenin hakikatini veremezler. Platon sonrası metafizik felsefenin dış dünya algısı, bu tuzak içinde dolanıp durur. ‘Kendinde şey’, bilen özne ve bilinçten bağımsız, deneyim ötesi şeydir. Duyusal veriye kapalıdır. Oysa Platon’a göre şeylerin/nesnelerin adları, kelimenin ötesinde o şeyin/nesnenin hakikatini barındırır. Dolayısıyla o dilin kullanıcısının pek umursamadığı sorun da cevap bulmuş olur; şeye/nesneye ismini, sadece o şeyin mahiyetini bilen verir. Aksi takdirde keyfiyet (arbitrariness), dil ve şey/nesne arasındaki bağın kopmasına sebep olacaktır. Platon, Kratylos diyaloğunda (389d) (Gören, 2016) ‘ad’ı bir alete benzetir ve nasıl ki her aleti ustası kullanır, adı koymak için de mahir olmak gereklidir sonucuna ulaşır. Adların kullanıcısı, yani dilin içindeki insan için de “Soru sormasını ve cevap vermesini bilen diyalektikçi” ifadesini kullanır.
“Kendinde şey”, bilen özne ve bilinçten bağımsız, deneyim ötesi şeydir. Duyusal veriye kapalıdır. Oysa Platon’a göre şeylerin/nesnelerin adları, kelimenin ötesinde o şeyin/nesnenin hakikatini barındırır. Dolayısıyla o dilin kullanıcısının pek umursamadığı sorun da cevap bulmuş olur; şeye/nesneye ismini, sadece o şeyin mahiyetini bilen verir. Aksi takdirde keyfiyet (arbitrariness), dil ve şey/nesne arasındaki bağın kopmasına sebep olacaktır.”
Aristoteles tarafından tesis edilen paradigma, ‘şey’in görünenin ötesindeki hakikatine temsil üzerinden erişiminin imkânsız olduğunu söylemektedir. Hakikatinden koparılmış görüntülerin gerçekliği önce nesnenin/şeyin kendi içinde nitelik, nicelik gibi kategoriler içerdiği düşünülürken daha sonra zihnin kategorileriyle tutulmaya/temellük edilmeye çalışılır. İnsan, içinden neşet ettiği doğayı araçsallaştırırken kullandığı analitik zekâsını ve nedenselliği, dilde tesis ettiği sistemde, şey ile göstereni arasında da kurarken gösteren-gösterilen ilişkisi olumsallık üzerine kurulur çünkü deterministik bir bağ kurulamayacağı anlaşıldığı andan itibaren elde sadece bu kalır. Aristoteles’in yapamadığı ama yapılması için bütün malzeme ve ortamı hazırladığı özne-nesne ayrımını Kartezyen cogito tamamına erdirir. Bilen özne-bilinen nesne mütekabiliyeti artık tamamen meşru hale gelmiştir. Özne hakikate temas edemeyeceği için kendine “act-ual/act’a dayanan-gerçek(?)” bir sahne yaratır. Nesnenin bilinirliği ise sadece Aristoteles’in hyle-morphe (malzeme ve biçim) bağlamında mümkün hale gelmiştir. Göstergebilim ancak böyle bir dünyanın kurgusu olabilir.
Önceki bölümde yapılan irdelemenin ışığında, tekrar en başa dönüp tasarım eyleminin doğasına bakış atmak gerekecektir. Tasarım, bir nesneyi amacı gereği niteliklerle donatmak, bunu yaparken de seçme ve eleme yapma diyalektiğini gerçekleştirmektir. Ancak, nesnenin, niteliklerinin toplamından başka bir şey olduğunu bilmek, tüm bu eylemin başlangıç noktası olmalıdır. Tasarımcı/fail nesnenin ilineksel niteliklerinden ari, mahiyetine bakarak ve bu nitelikleri nesnenin amacı doğrultusunda nesneye ekleyerek tasarım fiilini tamamlar. Tüm bu seçme ve ayırma/eleme işlemini yapabilmesi için, nesnenin altta yatan hakikatine/özüne mazhar olması gerekir. Bu altta yatan öz, nesnenin malzemesi/maddesi ve formundan başka ve daha derinde bir şeydir. Bu anlamda nesne, mahiyetinin (eidos’unun) temsilidir. Nesne görünüm itibariyle birden çok temsile, bir temsiller hiyerarşisine sahip olabilir ancak varlık amacı itibariyle mahiyeti (eidos’u) tektir. Nitekim diyalektik de tam olarak budur; zihnin, şeylerin/nesnelerin nihai nedenini, değişime tabi olmayan esasını bulma/görme çabasıdır.
Nesne hem tasarlanma hem de kullanım anında, bireyin vasıtası ile oluşa çıkar. Nesnenin temsili ancak fail/kullanıcı ile başlayabilir ve bu ilişki tabii ki mimetiktir. Yani nesne ve özne bu temsili birlikte yaşarlar ve rol değişimi anbean gerçekleşir. Bu işlemin gerçekleşebilmesi için doğaldır ki nesne/şey kendi nihai amacını temsil eden bir biçime ihtiyaç duyar. Ancak yukarıda da açıklandığı üzere, bu biçim olumsaldır ve biçimler kümesinden bir aralık tanımlanır. Dolayısıyla mevcut paradigmanın bütün çabalarına rağmen biçim, temsil ettiği eidos’a tahakküm uygulayamaz, onun yerine geçemez veya onu temellük edemez. Değişime tabi ve olumsal bir şey, bir varlığın özü olamaz. Nesnenin mahiyeti, onu o yapan şey olarak eidos’u biçime tahvil etmek (veya indirgemek), “Biçim işlevi izler” şeklinde düşünen bir zihniyette, biçimi yani (bu yaklaşımdaki eidos’u) işleve tabi hale getirmektir ve kendi içinde mantık hatası barındırır.
Meselenin özü şudur: Hakikatten, yapma/olma faaliyetinden uzaklaşarak, adına modern anlamda tasarım denilen, elde kalan özü yitirilmiş temsil biçimleri üzerinden, özne ve nesne dikotomisi sebebiyle varlığın hakikatinden uzaklaşılmıştır. Sonlu bedeninin sonsuz arzusu, nesneler yoluyla sonsuz imkânlara bürünebilme potansiyeline sahipken, varlık amacı ve mahiyetleri kaybolmuş bir nesne/eşya denizinde boğularak, nesneyi de tüketim yoluyla kendisinin bir temsiline dönüştürmüştür.
*Bu Metin, 2021 Haziran ayında İTÜ Mimarlık Fakültesi Sanat Tarihi programına teslim edilen “TASARIMDA BİLGİ VE DEĞER SORUNSALININ TARİH ÖNCESİ TAŞ ALET TEKNOLOJİSİ ÜZERİNDEN İNCELENMESİ” Doktora tezinden derlenmiştir.
Dr. Öğr. Üyesi Murad Babadağ
Bahçeşehir Üniversitesi
Mimarlık ve Tasarım Fakültesi
Endüstri Ürünleri Bölümü
Kaynaklar
Aristoteles (2018). Metafizik (G. Sev Çev.). İstanbul: Pinhan Yayınları.
Aristoteles (2019). Oluş ve Bozuluş (G. Sev Çev.). İstanbul: Pinhan Yayınları.
Altuğ, T. (2007). Kant Estetiği. İstanbul: Payel Yayınları.
Baker, S. (2015). The Concept of Ergon: Towards an Achievement Interpretation of Aristotle’s ‘Function Argument’, Oxford Studies in Ancient Philosophy, Vol. 48.
Gören, E. (2016) Kratylos 1.Cilt, Dergâh Yayınları, İstanbul, s.67
Haşlakoğlu, O. (2016). Platon Düşüncesinde Tekhné, Sanat ve Felsefenin Ortak Kökeni Üzerine Bir İnceleme. İstanbul: Sentez Yayıncılık.
Heidegger, M. (2010). Aristoteles Metafizik Ø 1-3 Gücün Neliği ve Gerçekliği (S. Babür Çev.). Ankara: BilgeSu Yayıncılık.
Heidegger, M. (2015). Teknik ve Dönüş & Özdeşlik ve Ayrım (N. Aça Çev.). Ankara: Pharmakon Yay.
Kant I. (2015). Arı Usun Eleştirisi (A. Yardımlı Çev.). İstanbul: İdea Yayınevi.
Leslie, T. (2010). Dankmar Adler’s Response to Louis Sullivan’s “The Tall Office Building Artistically Considered”: Architecture and the Four Causes, Journal Of Architectural Education, 64(1):83-93. DOI: 10.1111/j.1531-314X.2010.01102.x
Munari, B. (2008). Design As an Art, Penguin Books, London, s.33
Platon. (2010). İon (F. Akdemir Çev.) İstanbul: Say Yayınları.